TAM BAĞIMSIZLIK MI, MANDACILIK MI?


4-11 Eylül tarihleri arasında Sivas Kongresi’nde en çok tartışılan konu, mandacılıktı. Türkiye’nin büyük devletlerin mandasını olmasını savunanlar, kendi aralarında ikiye bölünmüştü ABD ve İngiliz severler olarak. Mustafa Kemal Paşa, “Ya istiklal ya ölüm!” diyerek gece gündüz dur durak bilmeden delegelerin her biriyle konuşarak mandacılığın ulusumuzu tutsak edeceğini anlatıp onları ikna etmeye çalıştı. Kongre’de uzun tartışmalar yapıldı. Tıbbiyeli Hikmet (Boran), gençlik adına söz alarak mandacılığı reddetti. Böylece mandacılık, tarihin tozlu sayfalarının arasında unutuldu.

Mandacılık, tarihin tozlu sayfaları arasında kalsa da yeniden diriltilebileceğini düşüne Atatürk, fırsat buldukça mandacılığın bir ulus için ölümcüllüğünü, tam bağımsızlığın ise varlığımızı sürdürmenin yaşamsallığını birçok konuşmasında vurgulama gereği duydu. Zor koşullardan geçtiğimiz içinde bulunduğumuz günlerde Atatürk’ün 6 Mart 1922’de, Büyük Millet Meclisi Gizli Oturumunda Konuşmasının bir bölümünü anımsamamız gerekir.

“Efendiler, düşmanlarımızın ne mahiyette olduklarını ve düşmanların Türkiye üzerindeki hırslarının ne kadar ezeli olduğunu nazarı âlinizde açıklayabilmek için müsaadenizle buna dair birkaç söz söyleyeceğim. Hepimizce malumdur ki, Avrupa’nın en mühim devletleri Türkiye’nin zararı ile, Türkiye’nin gerilemesiyle teşekkül etmişlerdir. Bugün bütün dünyaya tesir icra eden ve millet ve memleket hayatımızı tehdit altında bulunduran en kuvvetli açılımlar Türkiye’nin zararı ile açılım bulmuştur. Eğer kuvvetli bir Türkiye mevcut olsaydı, denilebilir ki, İngiltere’nin bugünkü siyaseti mevcut olmayacaktı. Türkiye Viyana’dan sonra Peşte ve Belgrat’ta mağlup olmasaydı, Avusturya-Macaristan siyaseti işitilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya dahi aynı kaynaktan ilham almış olarak hayat ve siyasetlerine açılım ve kuvvet vermişlerdir. Efendiler, her şeyin zararıyla, her şeyin imhasıyla yükselen şeyler, bittabi o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır ve hakikaten Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye bilakis gerilemiş ve düşme vadisinde yuvarlanadurmuştur. Türkiye’yi imhaya müteşebbis olanlar, Türkiye’nin imhasında menfaatlar ve hayat görenler münferit kalmaktan çıkmışlar, aralarındaki menfaatları denkleştirerek birleştirmişler ve ittifak etmişlerdir. Bunun neticesi olarak birçok zekâlar, hisler, fikirler Türkiye’nin imhası noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşan şey, asırlar geçtikçe gelecek nesilleri adeta tahripkâr bir anane şeklini almıştır bu ananenin Türkiye’nin hayat ve mevcudiyeti üzerinde devamlı tatbikatı neticesi olarak en nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi medenileştirmek gibi birtakım görünüşteki vesilelerle,  bahanelerle Türkiye’nin dahili hayatına, dahili idaresine girmişler ve nüfuz etmişlerdir. Böyle müsait bir zemin hazırlamak kudretini, kuvvetini kazanmışlardır. Halbuki efendiler, bu kudret ve bu nüfuz Türkiye ve Türkiye halkında mevcut olan ilerleme cevherine zehirleyici ve yakıcı bir sıvı ilave etmiştir. Bunun tesiri altında olmak üzere milletin ve bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık hayat bulmak için, hali iyileştirmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan alma gibi birtakım zihniyetler açılım buldu. Halbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir. Tarihte böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunanlar acı neticelerle karşılaşmışlardır. İşte Türkiye’de, bu fikir yanlışıyla, bu zihniyet yanlışıyla malul olan birtakım ricalin yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor (Bravo sesleri) ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı asli mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz. Efendiler, hiç şüphesizdir ki, bugün bu memleketi, bu milleti mahvolma ve yok olma çıkmazına sevk eden başka netice beklenmez. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 12, Kaynak Yayınları, İkinci Basım: Ekim 2005, s. 312-313)”

Atatürk’ün yukarıdaki konuşması, büyük bir tarihsel önem taşımakta. Yüce Önder, bu konuşmasında adeta tarih ve siyaset dersi vermekte. Batı’nın asıl manevi mayasının Doğu’ya dayandığını belirtmekte Atatürk. Avrupa’ya hayranlıkla bakıp kendi ulusal değerlerini küçümseyenlerin kırk kere düşünmesi gereken bir saptama bu. Tarih bilmeyen, tarihten yararlı ve gerekli dersleri almayan siyasetçilerin ülkelerini uçuruma götürecekleri çok açık. Ülkelerinin geleceğini, bağımsızlığını, kalkınmasını, kişinin kendi siyasal geleceğini Avrupalı emperyalistlere bağlayanların nasıl bir aymazlık içinde oldukları açıkça belirtilmiş konuşmada. Hiçbir ülke bağımsızlığını, varlığını dış güçlere güvenerek sağlayamaz. Bu konuda güvenilecek tek güç, kendi ulusu.

Yıllardır ülkemizi yönetenler, bugün siyasette boy gösterenler batılı emperyalistlerden yardım isteğinde bulunmaktalar. Atatürk’ten sonra işbaşına gelenler, emperyalist merkezlerin ağzına bakarak ülke yönettiler yıllarca. Yönetime gelmek isteyenlerin birçoğu ise kurtuluşu batılıların yardımında bulmak istemekteler.

Dün olduğu gibi bugün de ulusumuzun yolunu Atatürk aydınlatmakta. Her siyasetçinin, her yurttaşın Atatürk’ü iyi öğrenmesi gerek. Onun kurduğu CHP’nin İngiliz emperyalizmi ve işbirlikçilerini yurdumuzdan savaşarak kovduğunu hiç unutmamalı. CHP’nin bugünkü genel başkanının “kardeş parti” dediği İngiliz İşçi Partisi’nden yardım istemesi büyük bir gariplik. CHP’nin iktidar olmak için İngiliz İşçi Partisi’ne de New York Times gazetesine de gereksinimi yok! Onu iktidara taşıyacak tek güç, Atatürk. Yeter ki onun düşünceleri, devrimleri içselleştirilip doğru kavransın.

Ülkemizi tam bağımsız mı yapacağız, yoksa batılı emperyalistlerin mandası durumuna mı getireceğiz? Siyasette yanıtlanması gereken asıl soru budur.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  9 Nisan 2025

 

KIZIL KAYALAR


Şeker Bayramı dinlencesi dokuz gündü bu yıl. Bu nedenle birçok kişi dinlenme, gezme, kitap okuma fırsatı buldu. Bayram dinlencesinin önemli bir bölümünü Ankara’da geçirdim annemin yanında. Trenle gidip trenle döndüm İstanbul’a. Trenle Ankara’ya giderken iki kitap almıştım yanıma. Okumak için Çin Devrimi’nin romanı olan Kızıl Kayalar’a (Luo Kuangpin-Yang Yiyen, Kaynak Yayınları) öncelik verdim ve Ankara yolunda trende okumaya başladım bu kitabı.

Niye mi Kızıl Kayalar?

Çin Devrimi’nin romanı, ilk kez 1976’da Türkçeye çevrilip basıldı. 12 Eylül 1980 darbesi öncesi edinmiştim bu kitabı. Ancak darbe sonrası evimizde yapılan aramada, yasak kitap olduğuna karar verilerek alınıp götürüldü diğer kitaplarımla. Bu nedenle okuyamamıştım onu. İki buçuk yıl önce yeniden satın aldım devrimin romanını ve bu bayramda okuma fırsatı buldum. İstanbul’a dönerken kitabı okumayı sürdürdüm. Bostancı’da trenden inmek üzereyken kitabı bitirdim.

Kızıl Kayalar, etkileyici ve derslerle dolu bir kitap. Devrim, Çin Komünist Partisi’nin öncülüğünde yıllarca süren bir savaşın sonunda yapıldı. ÇKP’nin ulusal çıkarları ve emekçi haklarını önceleyen izlencesiyle hem emperyalistler hem de feodal egemenler yıkıldı. Japon işgalcilere karşı yıllarca sabırla sürdürüldü bağımsızlık savaşı hem de Guomindang’ın tüm yıkıcılığına karşın. Halkı kucaklayan bir anlayışla savaşın içinde büyüdü devrimci hareket.

1945’te, II. Dünya Savaşı bitti ve Japonya yenildi. Japon işgalcilerin yerini, ABD emperyalizmi aldı. Guomindang’a silah yardımı yaptı. Amerikan askerleri de Çan Kay-şek’in yanında savaştı halk güçlerine karşı. ABD’liler, Guomindag’ın ihanet çetelerine bir insanın usuna gelmeyecek ve hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği işkence yöntemleri öğrettiler. İhanet çeteleri de bu yöntemleri gözlerini kırpmadan uyguladılar kendi halklarına.

ÇKP üyeleri, Guomindang’ın paralı askerlerince yakalandığında bazılarını başları kesilip sepetlere dolduruldu. Gözaltına alınan kişiler yargılanmadan yıllarca tutukevlerinde zor koşullar altında alıkondu. Tutukevlerinde birçok yurtsever, kurşuna dizildi. Bazıları da güneş görmeden, aç ve susuz, bir insanın asla yaşayamayacağı çok pis, sağlıksız ortamlarda yaşamlarını yitirdi.

Gözaltına alınan yurtseverler, çelik iğneli lastik kırbaçlarla dövüldü. Taze yaraların üstüne yakı yapıştırıp sonrasında çekip çıkarıyorlardı bunları. Yakı çekilince insan derisi büyük acıyla soyuluyordu. Bu işkenceleri öğreten ise Amerikalılar.

Guomindag, yenilip çekildiği yerleşim yerlerini ateşe vererek can ve mal yitimine neden oluyordu. 2 Eylül 1949’da, Çunking’den çekilirken kentin bir semtini ateşe vererek tümden yok etti. Bu yangında on bini aşkın kişi yanarak yaşamını yitirdi. Bu yangının sonunda on binlerce insan da evsiz kaldı.

Birçok Çinli devrimci, asit kuyularına atılarak can verdi. Ayrıca ABD’nin Guomindang görevlilerine verdiği alev silahlarıyla birçok devrimci yakılarak yaşamını yitirdi. ABD birlikleri de Guomindang’la yan yana savaştı Çin halkına karşı. Birlikte büyük insanlık ayıplarına, işkencelere, insan kıyımlarına imza attılar.

Burada, ABD ile ilgili bir çift söz söylemeli yeri gelmişken. Amerika kıtası keşfedildiğinde Avrupa’dan birçok suçlu, toplumdan dışlanan kişi buraya yerleşti. Kıtanın yerlileri Kızılderilileri hunharca kırıma uğrattılar. Ayrıca Afrika’dan çalışmak için Yeni Dünya’ya getirilen Afrikalı kölelere insanlık dışı dışlamalar ve kıyımlar yapıldı. Bu iki olgudan anlaşılacağı üzere ABD’nin kuruluş harcında kırım, kıyım, kan var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin dünyada öldürdüğü insan sayısı, Hitler’i fersah fersah geride bırakır. Tam savaş biterken Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla binlerce kişiyi yakarak öldürdü. Çin, Hindiçin, Afrika, Latin Amerika, Batı Asya’da taraf olduğu çatışmalarda milyonlarca insanı toprağa düşürdü. Başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede yaptırdığı darbelerle sayısız insanın ölümüne neden oldu. Şu anda da dünyadaki akan kan, ABD eliyle olmakta. ABD yönlendirmesi ve desteğiyle birçok ülkede devrimcilere, ulusalcılara, insanlık ülküsü peşinde koşanlara, ülkesinin çıkarları için savaşanlara insanlık dışı işkenceler yapıldı. Para tanrısına tapınan bu ülkenin egemenleri, dünyanın dört bir yanını yağmalamakta.

1 Ekim 1949’da Çin’in önderi Mao Zedung, Pekin’de yaptığı açıklamada Çin Hak Cumhuriyeti’nin kurulduğunu duyurdu bütün dünyaya. 30 Kasım 1949’da ise Guomindang’ın elinde kalan son toprak olan Çungking de kurtarıldı. Çan Kay-şek ve yandaşları Tayvan adasına kaçıp orada kendi yönetimlerini kurdular.

İşte, 1949’da emperyalistlerin boyunduruğundan kurtulan Çin, 76 yıl sonra büyük bir kalkınmayla kendini dünyanın efendisi sanan ABD’ye her alanda meydan okumakta. Devletçi ekonomisiyle vahşi kapitalizmin sömürüsüne üstünlük kurdu. Dünyanın tüm ezilenlerine kurtuluş yolunu göstermekte. Önemli olan emperyalizme karşı verilen savaşın ideolojisinden, izlencesinden şaşmamak.

Türkiye’nin emperyalist boyunduruktan kurtuluşu, kalkınması, halkın hakça bölüşümü, yurttaşın insanca yaşaması için Kemalizm’e sımsıkı sarılması gerek. Dünyanın hiçbir yerinde emperyalizmin reçeteleriyle ileri gitmiş bir ülke yok. Çünkü emperyalizm, dünya halklarının kanlarını emmek, ülkeleri sömürmek için var.

Kızıl Kayalar, tarihsel derslerle dolu. Bu nedenle okunmalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  7 Nisan 2025

GEÇMİŞİ, GELECEĞE BAĞLAYAN BAYRAMLAR


Bayramlar resmi ya da dini olsun insanların geçmişi, bugünü ve geleceğidir. Yaşamın acıyla tatlısının birlikte yaşandığı gündür bayramlar. Bayram, aynı zamanda bir zaman yolculuğu… Geçmişin anılarının canlandığı, bugünün her yönüyle yaşandığı, geleceğin düşlendiği bir andır bayram. Yitirdiklerimizin üzüntüyle anıldığı, içimize yeni katılanların mutlulukla karşılandığı karşıtlıkların birlikte yaşandığı gün.

Bayram, biraz da insanın çocukluğudur. Henüz yaşamın sorumlulukları altında bükülmeyen bellerin, her şeyin tozpembe olduğu bir özgürlük, mutluluk döneminin anılarının anımsandığı bir gün bayramlar. Hangi mevsim olursa olsun gecelerin çok kısa, gündüzlerin ise bitmez bir mutluluk pınarı gibi çağladığı, yüreklerde sonsuz bir güneşin parıldadığı bir düş dünyasıdır bugün. Bu nedenle kalabalıklar içinde bile dalıp gider yaşlı başlı büyükler. Dalıp gidilen kişinin geçmişi. Buna, düşsel bir yolculuk da diyebiliriz. Bu yolculuk, kimi zaman evimize gelip gidenlerle kısa molalar verir. Ancak çok geçmeden yeniden başlar.  

Çocukluk döneminin yeniden yaşandığı bir gündür bayram. Düşlerimizde çocuklar gibi koşarız uçsuz bucaksız yemyeşil, çiçeklerle bezenmiş kırlarda. Bu koşuda ne terimiz akar ne de soluğumuz kesilir. Yüreğimizden mutluluk, sevinç, erinç taşar. Bu taşkınlık, tinsel bir dinginliği oluşturur. Dinginlik, çığ gibi büyüyüp toplumun her yanına yayılır.

Çocuklar; kin gütmez, iyiyi de kötüyü de kısa sürede unutur yeni mutlulukları yaşamak için. Küçük şeylerden büyük mutlulukların çıkarıldığı bir dönem. Onlar, sürekli devingenlikle her günü bir öncekinden farklı kılar. Onların üretkenlikleri, duygusal alanda da üst düzeydedir. Henüz yalanın dolanın, olumsuzlukların insan tinini tutsaklaştırmadığı bir dönem. İşte, bayramlarda insanın dalıp gittiği bu mutlu çocukluktur.

Bayramlarda dargınlık, küslük olmaz. Bugün herkes kinini, öcünü, kişisel çekişmeleri, küslükleri, yaşamın bitip tükenmez hesaplaşmalarını bir yana bırakmalı. Çünkü bayram, kavganın değil; barışın ve sevinçlerin yaşandığı bir an. Olumsuzluk, kötü düşünce, art niyet bayramın varlığına aykırı bir durum. Zaten bayramın tanımı da uygulaması da olumsuzlukları bir yana bırakıp dışlar.

Bayramlar, bir toplumun geleneği. Bu gelenek, toplumun her kesimini bir araya getirir. Aslında bayramlar, toplumsal bir kaynaşma, bir olma günü. Tinsel birlikteliğin yükseldiği, dayanışmanın arttığı bir gün. İnsanların birbirlerini anlama zamanı. Bayramlarda ayrılıklardan, kavgalardan söz etmek bu geleneğe zarar verir. Bu da toplumsal birliği sarsar.

Bayram günleri, insanlara özeleştiri yapma fırsatı verir. Bu yönüyle bir kişisel arınma dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Bu arınma, kişilerden topluma yayılır dalga dalga. Atalarımız, bayramları gelenekselleştirirken özeleştirinin erdemini de düşünmüş olmalılar. Çünkü en büyük hesaplaşma, kişinin kendisiyle olanı değil mi? İnsan, yaptığı iyi ya da kötü işlerin hesabını önce kendine vermeli. Kendini, vicdan tartısında tartmalı düşünce ve davranışlarıyla. Vicdan tartısı, doğruyu gösterir hep. Yeter ki bu tartıya çıkacak yürekliliği gösterebilelim.

Bu sabah, yeni bir bayram gününe uyandık ulusça. Bu bayram günü kişisel ve toplumsal olarak vicdan tartısına çıkma zamanı. Yaptıklarımızla hesaplaşma, yapacaklarımızı iyi düşünme günü.

Geçmişi anacağız bu dünyadan göçmüşlerimizle ve bugünümüzle göneneceğiz yaşam ağacımızın var olan dalları ve budaklarıyla. Bir yandan toprağa verdiğimiz yakınlarımız yüreğimizi yakarken, diğer yandan da evimize yeni katılanlarla umudumuzu yeşerteceğiz. O umut ki, bir toplumun yaşam pınarıdır. Sonsuza dek ne suyu ne de sesi kesilir.

Bayramda umutlarımızı, mutluluklarımızı, sevinçlerimizi çoğaltıp toplumsal birlikteliğimizi güçlendireceğiz. Geçmişimizi bugüne ve geleceğe taşıyacağız. Böylece köklerimiz daha da kavrayacak yaşam toprağımızı. Kök saldıkça toprağa dallarımız, yaşam ağacımız daha da büyüyüp ağacak gökyüzünün sonsuzluğuna.      

Bayramlar geçmişi, geleceğe bağlar. Bu nedenle toplumun yaşamı ve geleceği için vazgeçilmezdir bayramlar. Bu günler, geçmişten geleceğe uzanan ucu bucağı belirsiz, sağlam gönül köprüleri.

Herkesin bayramı kutlu olsun. En kötü günümüz, bugünümüz gibi olsun.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  30 Mart 2025


YÜREĞİME CEMRE DÜŞTÜ


Kış mevsimi, tüm doğaya kendini yenileme ve dinlenme fırsatı verir. Baharın coşkusu, yazın delişmenliği, güzün çalışma ve biriktirme telaşı sona erer. Üç mevsim boyunca çalışıp didinen insanoğlu, kış gelince hazırdan yer. Sabırlı bir dinginlikle kışın geçmesini bekler dinlenip düşleyerek.

Kış günleri geleceğe yönelik düşlerin kurulduğu zamandır. Bu mevsimde, sabrın dingin yolunda sağlıklı düşünme fırsatını yakalar kişi. Elindekilerin değerini bilir, tutumlu olmanın bolluğunu yaşar. Ayağını yorganına göre uzatmayı ilke edinir.

Gün kısa, gece uzundur kış günlerinde. Güneşin, aydınlığın az olduğu günlerde zaman tutumlu kullanılır. Çünkü kişiyi bekleyen uzun geceler vardır. Uzun geceler, evdeki bireyleri daha çok yaklaştırır birbirine. Daha çok zaman geçirirler birlikte. Ekmeği, suyu, evin sıcaklığını paylaştıkları gibi düşlerini de paylaşırlar. Kurulan düşler, hem olumlu hem de umut yüklüdür. Karı kışı eriten yüreklerde filizlenen umuttur. O umuttur, kişiyi geleceğe ve yaşama bağlayan. Soğuk havalarda insan yüreğini ısıtan, umut sobasıdır. O soba hiç sönmez, sürekli yanar yüreklerde. Bu nedenle yürekler üşümez, hep sıcak kalır.

15 Şubat geldiğinde kışın sonu yaklaşır. Gözler, gökyüzündedir hep. Bir yandan da toprağa bakılır umutla. Topraktaki değişim gözlenir. Baharın yolunu gözleyen halkımız bu durumu: “Geldik yüze, çıktık düze!” sözüyle anlatır. Artık cemrenin düşmesi yakındır. İlk cemre, baharın geldiğini muştular.

Cemrenin düşmesi, kökleri çok eskiye dayanan bir Orta Asya geleneği. Batıya göç ederken cemremizi de taşıdık yaşadığımız topraklara yüreğimizle. İlk cemre, bu yıl 19-20 Şubat’ta havaya düştü. İlk cemreyle insanların yüreğindeki baharın umudu çoğalır. Yavaş yavaş kımıldanır insanlar kış durağanlığından. Durağanlık, devinime dönüşür göz açıp kapayıncaya dek. Gökyüzüyle toprak, sevilerini tazeler. Doğayı yeniden canlandırmak, yeni çocukları dünyaya getirmek için gökyüzü güneşi ve yağmuruyla bitmez bir sevgiyle toprağı döller. Toprak bire on, bire yüz, bire bin vermeye hazırdır.

İkinci cemre, 26-27 Şubat’ta suya düştü. Yaşamın kaynağı suyun yavaş yavaş ısınmaya başladığı zamandır bu gece.   Cemrelerin hep geceleyin düştüğü varsayılır. Geceyi aydınlatan sabah, doğaya yeni muştular verir yaşama ilişkin. Donan sularda, buzlar çözülmeye başlar. Bu, suya gözle görülür bir devinim kazandırır. Devinimin olduğu yerde, yaşam vardır. Yaşam suyla başlar her yerde.

Üçüncü cemre, 5-6 Mart’ta toprağa düşer. Toprak, üstündeki ölüm uykusundan silkinip kurtulur. Aylardır toprak altında çimlenmeyi bekleyen tohum canlanır. Tohumların içindeki devinimi, yaşam fırtınasını görmemiz olanaksız. Ancak o devinimi düşlemek olanaklı. Göz açıp kapayıncaya dek toprak yeşile bürünür. Yeşilin her zerresi, ayrı bir dünya, ayrı bir yaşam...

21 Mart’ta günle tün eşitlenir. Bugünden sonra gündüzler uzamaya başlar. Toprak bereketlenir. Göçmen kuşlar, gurbetten sılaya dönmeye başlamıştır bile. Doğa ananın bolluk sofrasından her canlı hakkına düşeni alır. Yaşam, her yanda göverir delicesine. Bahar, tüm coşkusuyla kucaklar tüm canlıları.

21 Mart günü, baharın başlangıcı. Bahar, sevilerin coştuğu bir mevsim... Tüm canlılarla birlikte benim de yüreğime cemre düşer baharın ilk gününde. İçim yeşerir. Gönlüm tazelenir. Yüreğim çarpar delicesine. Düşlerim doruğa çıkar. Umudum çimlenir yüreğimin bitekliğinde. Çimlenen umut tohumları, hızla filizlenip boy atar. Çoğu zaman filizlenip fidan olan umut ağacım, öylesine büyür ki dal budak salar dört bir yana. Sevi, düş ve umut ağacımı saklayamam yüreğimde. Onu haykırmak isterim çoğu zaman. Haykırıp herkese anlatmaktır amacım yüreğimde olanı.

Bugün 21 Mart… Yıllardır olduğu gibi yüreğime bugün de cemre düştü. Cemre düştükçe yüreğime yaşadığımı anlamaktayım. Cemrelerle yaşamım sürecek yıllara meydan okuyarak.

Son cemre mi ne zaman düşecek? Onu düşünmek bile istemiyorum. Düşünürsem ne düşlerim, ne sevim ne de umudum kalır.

Her baharda yeniden doğmuş gibiyim. Yeniden yaşam toprağımda filizlenerek tazeleniyorum. Tazelendikçe de düşlerim sığmıyor evrenin sonsuzluğuna, sevim coşkun bir ırmak gibi gürüldemekte, umudum dağların doruklarına çıkmakta, gecem sürekli aydınlanmakta gönlümdeki ışıkla.

İyi ki bahar gelmiş hem doğaya hem de yüreğime. İnsanın her baharı, başka bahar… Her bahar, çok değerli insan için... Baharı yaşamak her canlının hakkı... Nice baharlarla tutunacağız yaşama. Zaten insanın da diğer canlıların da doğup var olması bir bahar değil mi?

Önemli olan insanın yüreğine cemre düşmesi, gönlüne bahar gelmesidir. Nice cemrelere, baharlara…

                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                  21 Mart 2025

MİLLİ KÜLTÜR MÜ, ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK MÜ?


Türkiye’nin Atlantik sürecine girmesinden sonra hem sağda hem de solda ideolojik sapmalar oldu. Bu sapmalar, iç dinamiklerle değil, Atlantik etkisiyle ortaya çıktı. Türkiye’nin devrimci yönelişini engellemek için başta ABD olmak üzere batılı emperyalistler özel bir çaba gösterdi. Bunu yapmak için de ulus devleti parçalamayı, ilk amaç olarak seçtiler. İç cepheyi bozup parçalama amaçlarına kısa sürede ulaştılar ne yazık ki.

Atlantikçiler, öncelikle Atatürk dönemindeki devrimci atılımların önünü kestiler. Türkiye’nin her alandaki milliyetçi duruşunu değiştirmek için özel çaba harcadılar. Bu süreçte devrimcilikle milliyetçiliği ayrıştırmak için türlü oyunlar içine girdiler. Oysa Cumhuriyet kurucuları hem devrimci hem de milliyetçiydi. Altıok’ta ifadesini bulan bu iki ilkeye emperyalist merkezlerden saldırılar başladı. Çok geçmeden devrimcilerle milliyetçiler iki karşıt görüş olarak saflaştılar. Giderek bu iki kesim çatıştırıldı emperyalistler eliyle. Böylece milli devlet, kan yitirdi. Cumhuriyet’imizin kuruluş ülküsü, Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı milli özgüven ve heyecan Atlantik dayatmalarıyla sönümlenmeye başladı.

Özellikle Amerikancı 12 Eylül darbesinden sonra liberalizm, siyasetin tüm kesimlerine “demokratikleşme” adı altında ideoloji olarak dayatıldı. ABD ve AB, Türkiye’de milli devleti çökertmek için toplumsal farklılıkları körükledi. Kemalizm’in toplumsal köklerine ve etkisine, açık savaş ilan edildi. Atatürk’ü diktatör ve özgürlüklere düşman birisiymiş gibi göstermeye çalıştılar. Lozan’da kabul edilmemiş azınlıklar türettiler. Milleti bölmek için Atatürk’ü unutturmayı amaç edindiler. Baktılar ki toplum, Atatürk’ten vazgeçmiyor; liberal soslu, özünden sapmış, kendi çıkarlarına uygun bir Atatürkçülük oluşturdular. Atatürk devrimciliği, yerini batıcı bir ilericiliğe bıraktı.

Batılı emperyalistler, milli devletimizi yok etme amacına ulaşmak için yeni bir dil yarattı. Bu yeni dilin kendine özgü kavramları ortaya çıktı. Bunlardan biri de “çok kültürlülük”… Birçok kişi, çok kültürlülüğü toplumsal varsıllık sanmakta. Bu da Atatürkçülük olarak düşünülmekte. Ne yazık ki günümüz Atatürkçülerinin çoğu; Kemalizm’i birincil kaynaklardan öğrenmek yerine, kaynağı pek belli olmayan duyumlarla algılamaya çalışmakta. Bu da onları Atatürk’ten, milli devletten uzaklaştırıyor.

Evet, Atatürk çok kültürlülükten mi yanaydı? Bunu anlamak için Onuncu Yıl Nutkuna göz atmak yeterli. “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.” Burada Atatürk, Türk kültüründen söz etmekte. Tıpkı “Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan, İspanyol, Amerikan, Arap, Fars, Rus, Çin, Yunan… kültürü” söyleyişinde olduğu gibi. “Türk kültürü” vurgusu, onun millet tanımıyla da örtüşmekte. Atatürk: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Demekte. Bu tanımla üst kimliğimiz dile getirmiştir. Bunun dışındaki bakış açıları, milli devleti ortadan kaldırdığı gibi, düşmana da hizmet eder.

Onuncu Yıl Nutkuna dönelim yeniden. “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” tümcesindeki “milli kültür” vurgusu, ABD ve AB’nin dayattığı çok kültürlülüğü reddeder. Ülkemizde yaşamakta olan tüm alt kimliklerin binlerce yıldır yarattıkları kültürel değerler, milli kültür anlayışı içinde kaynaşarak üst kültürümüzü oluşturdu.

Yalnız alt kimlerin kültürleri mi? Doğaldır ki hayır… Binlerce yıldır etkileşime girdiğimiz birçok toplumla karşılıklı kültürel alışverişte bulunduk. Bu alışveriş de milli kültürümüzün önemli bir varsıllığı.

Tarih öncesinden beri bu topraklarda yaşamış uygarlıkların tümünün kültürel mirasçısıyız. Onların bıraktığı değerler de milli kültürümüzün oluşmasında pay sahibidir. Bunun en iyi göstergesi de Atatürk’ün Cumhuriyet’ten sonra kurulan Etibank ve Sümerbank’a topraklarımızda yaşayan en eski iki uygarlığın adını vermesi.

ABD, kendi milli kültürünü alt kimliklere bölmüyor. Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, İspanya kendi milli kültürlerini bir bütün olarak ele alırken, niye bize çok kültürlülüğü dayatıyorlar? Bu sorunun yanıtını neden düşünmüyoruz? Bu emperyalistlerin amaçlarını niye sorgulamıyoruz? İnsan, kimi zaman düşmanından öğrenir doğruyu. Düşmanın niyetini anladığınızda karşıtını düşünüp doğru yolu bulursunuz. Zaman; düşmana ve söylemlerine, dayatmalarına karşı uyanık olma zamanıdır.

                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                  11 Mart 2025

 

 

 

ULUS DEVLETİN ÖNÜNDEKİ BÜYÜK ENGEL


2024’ün son çeyreğinde, ABD’de başkanlık seçimi yapıldı. Başkan adayları seçim kampanyası boyunca siyasal çalışma yapmak için gittikleri farklı etnik kökenlerden, dinlerden ve mezheplerden insanlar eyaletlerde, kentlerde, kasabalarda seçim konuşmaları yaptılar. Konuşmalarına “İngiliz, İrlanda, Alman, Fransız, İtalyan, İspanyol, Hollanda, Yunan, Ermeni, Maruni, Yahudi, Küba, Afrika, İskandinavya, Çin, Kore, Japonya, Vietnam, Hindistan, Arap, Türk, Kızılderili, Slav; Hıristiyan, Müslüman, Musevi, Budist, Şinto, Hindu, Protestan, Katolik, Ortodoks, Şii, Sünni…” gibi alt kimlikleri sıralayarak başlayan bir seslenişlerini duydunuz mu?

Ya da…

Avrupa’da İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Hollanda, İsveç’in devlet adamlarının, siyasetçilerinin uluslarını oluşturan insanların alt kimlikleri üzerinden bir seslenişlerini, bu alt kimlikler üzerinden bir ulus tanımı yaptıklarını göreniniz, duyanınız oldu mu?

ABD ve Avrupalı emperyalistler, kendi ülkelerinin anayasalarına etnik ve dinsel kimlikler üzerinden bir tanımlama, ayrıştırma maddeleri koyarlar mı? Böyle bir şeyi, düşünenleri ne yaparlar?

Ne yazık ki ABD ve Avrupalı emperyalistler, ülkemizden ya da Asya, Afrika, Latin Amerika, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden söz ederken alt kimlikleri sıralayarak söz başlarlar. Hatta olmayan alt kimlikler üretirler. Niye?

Bir ülkeyi bölmenin, ulusu parçalamanın yolu ulus kimliğini yok etmekten geçer. Bu da alt kimlikleri kalın çizgilerle ön plana çıkarmakla olur.

Ulus kimlik, birleştiricidir. Çünkü halkı oluşturan farklı etnik köken ve inançlardan gelen toplulukların ortaklıkları üstüne kurulur ulus devlet. Alt kimlikler üzerinden ülke politikaları oluşturduğunuzda etnik kökenleri ve inançları farklı topluluklar giderek birbirlerine düşmanlaşır ve ulus bölünmeye, ülke parçalanmaya başlar. İşte, batılı emperyalistlerin kendi ülkelerinde uygun görmedikleri ve siyasetçilerin ağızlarına almadıkları etnik ve inanç ayrımcılığı söylemlerini bizim gibi ülkelerde yüksek perdeden seslendirirler.

Batılı emperyalistler, kendi anayasalarına almadıkları etnik köken ve inanç ayrılıklarını, bizim gibi ülkelerin anayasalarına girmesi için özel çaba harcarlar. Bunu da “özgürlük, demokrasi, iç barış” adı altında halka kabul ettirirler.

İşin en kötüsü nedir biliyor musunuz? Batılı emperyalistlerin ulus devleri dağıtmak için ortaya attıkları etnik köken ve inanç ayrımına dayalı söylemleri bizim gibi ülkeleri yönetenlerce de kolayca benimsenir. Şöyle ki ülkemizde hem iktidar hem de muhalefette yer alan siyasetçiler neredeyse her konuşmalarında sözlerine: “Aleviler, Sünniler, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Gürcüler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Boşnaklar…” diye sözlerine başlayıp bu tekerlemeyle bitirirler konuşmalarını. Bu tekerlemeyi onların belleklerine mıh gibi çakan emperyalistlerdir.

Emperyalistler, etnik köken ve inanç ayrımı söylemleriyle yakın zamanda Yugoslavya’yı, Çekoslovakya’yı, Sudan’ı, Irak’ı böldü. Kurtuluş Savaşı sürerken ve Cumhuriyet’imiz kurulduğunda emperyalistlerin etnik köken, inanç temelinde kışkırttıkları siyaset yüzünden çektiğimiz sıkıntıları anımsamak gerek. Yine Türkiye, NATO sürecine girdikten sonra bu ayrımcılık yüzünden nice canlarını toprağa düşürdü. Ekonomik alandaki zararın hesabı bile yok!

Nedense Türk siyasetçisi geçmişte yaşadıklarımızdan ve çevremizde olanlardan ders almadı. Çünkü ulus kimliğinin gücünün farkında değiller. Onlar alt kimliklerle dar görüşlü, küçük siyasetleri büyüklük sanmaktalar. Ders almadıkları için de komşumuz Suriye’deki çatışmaları, kökleri tarihin derinliklerinde bulunan bir ulusun göz göre göre yok oluşunu hızlandırıcı söylemlerde bulunmaktalar. Nasıl mı? “Sünni Araplar, Aleviler, Kürtler, Hıristiyanlar, Dürziler…” diye söze başlamaktalar. Söze böyle başladığınızda zaten Suriye’yi bölüyorsunuz söyleminizle. Böylece hem ABD’nin hem de İsrail’in ulaşmak istediği amaca hizmet ediyorsunuz. Bu yolla ülkedeki bölünmeyi hızlandırıyorsunuz bilerek ya da bilmeyerek.

Bölücü dil, mezhepçi siyaset Lazkiye’de Alevi sivilleri gözünü kırpmadan öldürmekte. Bunu, dinsel bir görev olarak düşünmekte. Bu anlayışın, eylemin kendi ulusunu kırıma uğrattığının farkında bile değil. İsrail sevinip ellerini ovuşturmakta Suriye’nin yok oluşu karşısında. Bu yangına, ne yazık ki Müslüman olduğunu söyleyen bazı ülkelerin siyasetçileri de benzin dönmekte.

Ulus devleti savunmak niye usunuza gelmez? Bir ulusun farklı alt kimliklerin varlığıyla güçlü olacağını niye düşünemiyorsunuz? Suriye’nin bölünüp parçalanması ülkemizi de tehlikeye atar. Komşunun evi yanarken izlemeyin bu felaketi. Yangını söndürmeye çalışın! Unutmayın ki komşu evdeki yangın sizin evinizi de yakar.

Not: Suriyeli Aleviler konusunda Atatürk’ün görüşlerini içeren aşağıdaki yazım okunabilir.

ULUSU BÖLEN İHANET, MEZHEPÇİLİK https://adiladalet.blogspot.com/2024/12/ulusu-bolen-ihanet-mezhepcilik.html?spref=tw

 

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         10 Mart 2025

 

ATATÜRK VE ANADOLU KADINI


Atatürk, 21 Mart 1923’te Konya Hilali Ahmer Kadınlar Şubesi’nin Çayında kadınlara şöyle sesleniyor: “Bu dakikada Konya’nın çok güzide kıymetli hanımlarıyla, çok muhterem aydın hemşirelerimizle ve kendilerine refakat eden arkadaşlarıyla hep bir arada bulunmaktan çok memnun ve mütehassisim. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 244)” Konuşmanın yapıldığı dönemde, kadınlarımızın okuma yazma oranı yüzde birin bile altında. Ancak Atatürk, oradaki kadınlara seslenirken “aydın” diyor. Bu da Türk kadınına verdiği değeri göstermekte. Günümüzde diplomalara bakarak kişinin aydın ya da bilgisiz olduğuna karar veren sahte Atatürkçüler, bilmiyorum bu seslenişten etkilenip düşüncelerini, bakış açılarını değiştirirler mi?

“Bu son senelerin inkılap hayatında, hummalı fedakârlıklarla yüklü mücadele hayatında, milleti ölümden kurtararak kurtuluşa ve bağımsızlığa götüren azim ve faaliyet hayatında milletin her ferdinin mesaisi, gayreti, himmeti fedakârlığı geçmiştir. Bu arada en ziyade himmet ile yâd ve daima şükran ile tekrar edilmek lazım gelen bir gayret vardır ki, o da Anadolu kadınının göstermiş olduğu çok ulvi, çok yüksek, çok kıymetli fedakârlıktır. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde, Anadolu köylü kadınının üzerinde kadın mesaisi zikretmek imkânı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını ‘Ben Anadolu kadınından daha çok çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret gösterdim’ diyemez. (Aynı yapıt, s. 245)”

Atatürk, Anadolu kadınının çalışkanlığını, özverisini açık bir dille gönülden anlatmakta. Kadınlarımızın yurdun işgalden kurtarılması için nasıl büyük bir özveriyle çalıştıklarını vurgulamakta. Ulusun geleceği için gözünü kırpmadan, gece gündüz demeden göreve atıldı Anadolu kadını. Atatürk, Türk kadınını dünyanın diğer uluslarının kadınlarından daha üstün görmekte taşıdığı nitelikleriyle.

“Kadınlarımız aslında toplumsal hayatta erkeğimizle her vakit yan yana yaşadılar. Bugün değil, eskiden beri, uzun zamanlardan beri, kadınlarımız erkeklerle baş başa, mücadele hayatında, ziraat hayatında, iş hayatında erkeklerimizden yarım adım geri kalmayarak yürüdüler. Belki erkeklerimiz memleketi istila eden düşmana karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında varlıklarını ispat ettiler. Fakat erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Memleketimizin mevcudiyet vasıtalarını hazırlayan, kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olmaktadır. Kimse inkâr edemez ki, bu harpte ve ondan evvelki harplerde milletin hayat kabiliyetini tutan, hep kadınlarımızdır. Çift süre, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren mahsulatı pazara götürerek paraya çeviren, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin mühimmatını taşıyan, hep onlar, hep o ulvi, o fedakâr, o ilahi Anadolu kadınları olmuştur. Dolayısıyla hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle ebediyen taziz [ululama] ve takdis [kutsama] edelim. (Aynı yapıt, s. 245)”

Atatürk’ün yukarıda belirttiği gibi tarih boyunca toplumumuzda erkeklerle kadınlar birbirinden ayrılmamış, soyutlanmamışlardır. Yaşadığımız topraklarda kadınla erkek arasında kaçgöç olmamış, toplumsal yaşamda işbirliği yapmak gelenek olmuştur. Ne yazık ki son yıllarda batıl inançları, din sananlarca bu sosyal yapı bozuldu. Kadınla erkeğin binlerce yıllık birlikteliği kötü niyetli kişilerce yozlaştırıldı.

Anadolu’da imeceler, kadın ve erkeğin katılımıyla birlikte olurdu. Halk oyunlarımız el ele, kol kola, omuz omuza oynanırdı. Türkü, mâni atışmaları karşılıklı yapılırdı. Günlük yaşamdaki her iş, elbirliğiyle başarılırdı. Toplumsal sorunlar, büyük felaketler kadın ve erkeğin dayanışmasıyla aşılırdı. Kadın erkeğin yardımlaşmasıyla zor, kolay kılınırdı. Hatta yurdumuzdan düşmanı kovarken eli silahlı kadın askerler, çeteciler görmekteyiz erkekle yan yana savaşan.

Kadını yücelten bir öndere sahibiz. Onun yolundan giderek toplumuzda kadını hak ettiği yere getirmek de her yurttaşın görevi. Kadınlarımızı yalnızca yılda bir gün değil, üç yüz altmış beş gün anımsayarak değer vermek en güzeli.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         8 Mart 2025

 

 

 

 

TARİH BİLMEYEN ZELENSKİ


Zelenski’nin siyasal geçmişi yok! Hukuk eğitimi almış. Sonrasında oyunculuğa yönelmiş. Yazıp oynadığı oyunlarla halkın gönlünde yer etmiş. Ünlü olduğu Halkın Hizmetkârı oyununun adıyla siyasi parti kurdu. 20 Mayıs 2019’da girdiği seçimde, Ukrayna cumhurbaşkanlığına seçildi.  Bu arada Yahudi kökenli olduğunu da belirtelim.

Cumhurbaşkanlığı sırasında Batı yanlısı ve Rusya’ya karşı bir politika izledi. 24 Şubat 2022 günü Rusya ile Ukrayna savaşı başladı. Zelenski, bu savaşta AB ve ABD’yi arkasına aldı. Bu iki emperyalist güce dayandı. Böylece Rusya’yı yeneceğini düşündü. Oysa dünyanın hiçbir yerinde emperyalistlere sırtını yaslayarak utku kazanan bir ülke yok bugüne dek. Emperyalizmin “kullan, at” anlayışından haberi yok. Bu savaşta ülkesi önemli, varsıl topraklarını Rusya’ya kaptırdı. On binlerce Ukraynalı can verdi. Yüz binlercesi de başka ülkelere göçtü yurttaşlarının. Ekonomisi yerle bir oldu. Savaşı sürdürmek için batılı ülkelerden çok fazla borç aldığından Ukrayna’nın geleceğini ipotek altına aldırdı.

Ukrayna’yı savaşta destekleyen başta ABD olmak üzere birçok batılı ülke, Zelenski’nin savaşı yitirdiğini anladı. Bu nedenle yitirilmiş bir savaşa yatırım yapmayı gereksiz gördüler. Savaşın bitmesi için çaba göstermeye başladılar. ABD’nin yeni seçilmiş başkanı Trump, verdiği paraların karşılığını istedi Ukrayna’dan. Ukrayna’nın en büyük varsıllığı olan nadir toprak elementlerinin işletim hakkını istedi tümüyle. Zelenski, sürekli borç istemekte batılılardan yenilgisine karşın. Üstelik Ukrayna’nın yenilgisi kesin olduğu apaçık görüldüğü halde Zelenski, savaşı başta ABD olmak üzere AB üyesi ülkelerin desteğiyle sürdürmek niyetinde. Neredeyse batılı emperyalistlerin kapısında dilenci oldu.

ABD ile nadir toprak elementlerinin ABD’ye verilmesi konusunda anlaşma yapmak için Washington’a gitti. Beyaz Saray’da iyi karşılanmadı. İlk kez dünyada görülen bir durum ortaya çıktı. İki başkan, kameralar önünde görüşmeye başladılar. Ayrıca görüşme baş başa değildi. Her iki ülkenin bazı yöneticileri ile gazeteciler de yanlarındaydı. ABD yöneticileri ve bir gazeteci dört bir yandan saldırmaya başladı Zelenski’ye. Bu yolla adeta linç edildi. Bugüne dek böyle bir görüşme biçimi ne görüldü ne de işitildi.

Zelenski, tarih bilseydi Oval Ofis’te hem kendini hem de yönettiği ülkeyi aşağılatıp küçük düşürür müydü? İlk seçildiği günden başlayarak çekilmekte olduğu emperyalist tuzağı fark eder ve bu rezil faka basmazdı. Tarih bilgisinden ve siyasal deneyimden yoksun birinin bir ulusun başına getirildiğinde yarattığı büyük felaket Ukrayna örneğinde apaçık ortaya serildi Beyaz Saray’da.

Zelenski, tarih bilseydi Yunanlıların İngiliz emperyalizminin kışkırtmasıyla başladığı ve sonunda Küçük Asya felaketiyle biten işgal girişimini görürdü. Bir küçük ülkenin kendisinden oldukça büyük ve güçlü bir ülkeyi işgal giriminin ne denli aymazlık olduğu konusundan ders çıkarırdı. Ermenilerin emperyalist kışkırtmalarla Türk topraklarında giriştikleri insan kırımından sonra yaşadıkları yıkımdan ders çıkarırdı. Yakın zamanda ABD’nin Afganistan’ı işgale son verirken oradaki işbirlikçilerin havaalanındaki rezaletinden gözünü açacak uyarılar alırdı Kiev Yönetimi. Tarihte bu konuda onlarca örnek var. Tarih, ders almaya yarar. Bu nedenle tarih bilmeli siyasetçi.

Zelenski’nin Beyaz Saray’da yaşadığı rezaleti yaşamak istemeyen siyasetçiler, bu durumdan ders çıkarırlar. Emperyalizmle işbirliği yapmanın ne denli tehlikeli olduğunu bu canlı örnekle kavrarlar.

Zelenski’den üstün bir tarih bilgisi beklemiyorum. Yalnızca ülkesinin karşı kıyılarında yer alan Türkiye’de, Atatürk önderliğinde emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nı bileseydi, Atatürk’ü azıcık tanısaydı ABD’nin tuzağına düşmezdi. Böylece ülkesine bunca zararı vermezdi. Böylece Atatürk sayesinde ülkesini kurtarırdı dünyanın birçok ülkesinin yaptığı gibi.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         4 Mart 2025

 

 

 

YARDIM AYI, RAMAZAN

Ramazan ayı başladığında insanların yardımlaşma, dayanışma duyguları doruğa çıkar. On bir ay boyunca gözü yoksulu görmeyen varsılların yokluk içinde yaşayanlara üzülme, onlara acıma duyguları ortaya çıkar birden. Varsıl kişi ve kurumlar arasında neredeyse yoksullara yardım yarışı başlar. On bir ay boyunca yoksulların ne yiyip içtiği ve nasıl geçindiğiyle ilgilenmeyenler birden yardımsever olur.

24 Ocak kararlarıyla ülkemizde sanayi ve tarım alanında çalışanların sayısı hızla düştü. Bu nedenle yaygın bir işsizlik ve buna bağlı yoksulluk başladı toplumumuzda. Giderek üretimden uzaklaşan siyasal iktidarlar, işsizliğe ve yoksulluğa çözüm bulamadılar. Sorunu örtbas etmek için sosyal yardımları devreye soktular. Gün geçtikçe sosyal yardımlarla geçimini sağlayan yurttaş sayısı artmakta. Nedense iktidardakilerin usuna bir türlü üretime yönelerek el eline bakan bu yoksul kitleyi çalışma yaşamının içine çekmek gelmiyor.

İktidarın bu sosyal yardım kervanına, son yıllarda muhalif belediyeler de katıldı. Onlarda üretmek yerine, yoksullara ölmeyecek kadar sosyal yardım vererek bu kanayan yarayı depreştirmekteler. Yoksulluk, iktidarın ve yerel yönetimlerin eliyle kalıcı duruma getirilmekte. Bu yolla insanları ekmek paralarını emek harcayarak, alınteri dökerek kazanmalarının gururundan yoksun bırakmaktalar. Çalışıp emek harcayarak evini geçindiren kişi, özgüvenli ve yurttaşlık bilinci gelişen insandır. Böyle birisi, yurttaşlık ödevini de vicdanının sesini dinleyerek yerine getirir, kimseye boyun eğmez. Hem kişiler hem de devletler için ekonomik bağımsızlık, kendi yağıyla kavrulmak, ayaklarının üstünde durmak onun düşünsel bağımsızlığını da oluşturur. Bu da siyasetin üretime yönelmesiyle olanaklı. “Üretim” sözünü ağzına almayan siyasetçilerden ülkemize yarar gelmeyeceğini belirtmeliyim.

1999-2004 arasında Bakırköy Belediyesi’nde meclis üyesiydim. Kurban Bayramı’nı geçirmek üzere Ankara’ya annemin yanına gitmiştim. Bayramın ikinci günü öğleden sonra konuklarımız gelmişti annemle bayramlaşmak için. Hem konuklarımızla söyleşip hem de karşımızdaki açık televizyona göz atıyordum. Birden tanıdık bir yüz çıktı karşıma o dönemde belediye başkan yardımcısı olan arkadaşım, kurban eti dağıtmaktaydı yoksullara Osmaniye Mahallesi’nde. Et dağıttıkları kişilerin hepsi kadınlar. Birden telefona sarılıp başkan yardımcısını aradım. Önce bayram kutlaması yaptık karşılıklı. Sonrasında “… Bey, yoksul insanlara birkaç kilo et veriyorsunuz ve bütün Türkiye’ye duyuruyorsunuz bu iyiliğinizi. Bu insanların yoksulluğunu dünya aleme duyurmak zorunda mısınız? Et alan kadınların nasıl utandığını fark etmiyor musunuz? Yapılan yardımı televizyonlarda yayımlatmak niye?” Bu doğrultuda sözler söylüyorum. Karşımdaki kişinin sesi titredi. Yapılan işin yanlışlığını anladı. “Tamam Adil Bey, bu işi geleneklerimize uygun yapacağız. Uyarınız için çok sağolun!” dedi. O dönemde Bakırköy Belediyesi yönetimi ANAP’taydı, benim de DSP’den meclis üyesi olduğumu belirteyim.

Son zamanlarda AKP hükümetiyle sosyal yardım yarışına giren İBB’nin reklam panolarındaki görsellerine takılıyor gözüm. Para yardımı yapılan kişilerin fotoğrafları ve adları var. Üç kuruş para veriyorsunuz, yoksula. Onu da tüm İstanbul’a duyuruyorsunuz. Bu anlayışın ülkemizdeki öncüsü ANAP iktidarı ve belediyeleri. Bunu yaygınlaştırıp sistemleştiren ise AKP... Ne yazık ki muhalefet belediyeleri de bu sisteme uydu. Böyle olunca birbirlerinden siyasal ve ekonomik anlayış, uygulama bakımından bir farkları kalmadı.

Yardımların bir başka yönü ise yardım edilen yoksulların kendi istedikleri gibi beslenmeye yönlendirilmesi. Ramazan yardım paketlerinin içinde neredeyse hep aynı ürünler var: birkaç tür makarna (kelebek, düdük, çubuk…), bulgur, pirinç, şehriye, ayçiçeği yağı, mercimek, kuru fasulye ya da nohut, küçük bir paket çay, şeker… Oruç tutan yoksul ramazan boyunca hep makarna mı yiyecek? Arada bulgur ve pirinç pilavıyla bayram mı edecek mideleri?

Yoksulları belli, ucuz yiyeceklerle beslenmek zorunda bırakmak insanca mı? Hangi yoksulun ramazan boyunca neye gereksinimi olduğunu bilmek gerekmez mi yardımın amacına uygun olması için? Yardım etmeden önce kişilerin gereksinmeleri belirlenmeli. Elden geldiğince bu yardımlar, para vererek olmalı. Belki de yaşamı boyunca güzel bir yerde, ailecek iftar etmeyi düşlemiştir yoksul kişi. Onun bu düşünü gerçekleştirmek kadar iyi bir yardım olur mu? Yardım yapılacak kişinin düşsel, tinsel, sosyal durumunu göz önünde bulundurmalı.

Atalarımızın söylediği: “Bir elinin verdiğini öbür elin görmesin.” sözü gereğince davranmalı yardım ederken. Yoksula üç kuruşluk yardım ederken onu çevresine ve topluma rezil etmek, yoksulluğunu yüzüne vurmak vicdanları rahatsız etmez mi? Güya tardım ediliyor yoksula, ancak yardım ederken insanlık ayaklar altına alınıyor bu yardımı herkese duyurarak. Yoksullara yardım, siyasete alet edilmemeli. Üstelik bu yoksulluğun nedeni de üretim ekonomisinden uzaklaşan siyasetçiler. Siyasetçinin en büyük yüzsüzlüğü kendi yarattığı yoksulluktan siyasal çıkar elde etmesi.

Ramazan, yardım, dayanışma ayı… İnsanların sofralarda lokmasını; hısım akraba, konu komşu ve tanımadığı kişilerle paylaştığı güzel bir zamandır ramazan. Oruç, kişinin başkalarıyla duygudaşlığını doruğa çıkarır. Bu nedenle gösteriş, ramazana yakışmaz. Göz hakkının önemsendiği bir ayda yapılan görgüsüzlüğün insanca açıklaması olamaz. Nefsine egemen olamayan kişilerin orucu bahane ederek insana yakışmayan davranışlarda bulunması bağışlanamaz.

Ramazan ayı dayanışmamızı, yardımlaşmamızı, duygudaşlığımızı artırsın, göz hakkını önemsetsin. Gösterişten uzak tutsun herkesi. Ramazanla yitirmekte olduğumuz tutumluluğumuzu yeniden anımsayıp savurganlıktan kurtaralım kendimizi. Bu ay tutumluluğun simgeleştiği bir dönem olmalı hepimiz için.

Hoş geldin ramazan! Bize tutumluluk, soframıza bolluk getirdin.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  2 Mart 2025

 

 

YUMURTALI RAMAZAN PİDESİ

Yaklaşmakta akşam

Az kaldı ezan vaktine

Olacak ramazanın ilk iftarı

Dağılmakta her yana pide kokusu

Orucun olmazsa olmazı

Yumurtalı pide koltuk altımda sımsıcak

Akşamın ayazına karşı

 

Yalnızlık dolu evin kapısı

İçeride ne ayak sesleri ne bağrışma

Ne yemek kokusu ne gülüşme

Ne de iftar saatinde demlenen çay kokusu

Oysa pidem nasıl da sıcak

Masada dizilen peynir, zeytin tabakları

Kalmış geçmişin düşlerinde

 

Olsun bugün de geçsin çaysız

Soframda tek başıma yapayalnız

Müezzin aceleyle ezan okumakta

Segâh makamı bozuldu gibi

Belli ki açlığa dayanamamakta

Ne acelen var be adam

Oysa ben uzun uzun dinlemek isterdim ezanı

Dalmak isterdim geçmişin düşlerine

 

Yumurtalı pidem masamda

Ne kokusu koku ne tadı tat

Peynir, zeytin de bozuldu mu ne

Yoksa yitti mi ağzımın tadı

Geçti mi ömrün baharı

Sol mememin altı mı soldu

Yüreğimi sıkmakta demir pençe

 

Bir tutam erinç için kavga ettim durmadan

Kucak dolusu sevgi verdim sormadan

Martılar kavgada karşı çatıda

Ben pideme bakmaktayım masamda

Böldüm parçalara pidemi

Cam önünde denizlikte parça parça

Martılar kavgayla yuttu pidemi

Mutlandım onlarla sonsuzca

                                      Adil Hacıömeroğlu

                                      1 Mart 2025

 

 

 

TRUMP GAZA


Dün sabah bir video paylaşıldı görsel medyada. İzledim görüntüleri içim ürpererek, kanım donarak. Video, yapay zekâyla yapılmış bir Trump yapıtı. Görüntülerde üç sözde kahraman var: Trump, Netanyahu ve Elon Musk… Bu üç kahramanın ortak özelliği para tanrısına tapınarak insan kanı içip insan etiyle beslenmeleri.

Video, bugünkü yanmış yıkılmış Gazze ile başlıyor. Sokaktaki yıkıntılar arasından bombalardan, mermilerden kaçışan çocuklar, kadınlar var. Sokağın ortasında çaresizce yere oturan bir çocuğun başını okşayan, güya ona şefkat gösteren işgalci askerler görülmekte. Ardından dansöz giysileriyle oynayan kadın ve erkek Filistinliler ilgi çekmekte. İşgale karşı ölümüne savaşıp kendi topraklarını savunan Filistin halkını dansöz gibi oynatmak hem aktöresizlik hem de utanç değil mi? Yaşamının hiçbir döneminde insan olamayanlar, insanlığın direnişini anlaması zaten beklenemez.

Yeni Gazze’nin orta yerinde, altın renginde devasa bir Trump yontusu yer almakta her şeye egemenmiş gibi görünen. Peşi sıra yol boyunca dizilmiş, altın renginde Trump yontuları oturmuş durumda. Bu, normal bir oturuş değil; Gazze’ye çökmenin, el koymanın gösterisi. Bir egemenlik düşünü, dünyaya duyurma, kabul ettirme görüntüsü. Yontuları izlerken yaldızlı ışıltısıyla Trump Gaza yazısı beliriyor bir gökdelen otelin önünde. Sonrasında gökten para yağarken ikinci kahraman(!) Elon Musk görünüyor Gazze sokaklarında sağa sola bakınırken. Oturuyor yemek masasına karnını doyurmaya başlıyor. Çatal, bıçak yok; eliyle girişiyor yemeğe. İnsan kanı ve etiyle beslenen insanlık düşmanlarının uygarca yemek yemesi beklenir mi?

Musk’ın mide bulandırıcı yemek sahnesinden sonra üçüncü kahraman(!) Gazze Kasabı Netanyahu, Trump’la yan yana uzanıp güneşlenmekte ellerinde içecekleriyle. Sonrasında Trump’ın mikrofon başında konuştuğu görüntü çıkıyor karşımıza. En sonunda da Filistinlilerin yıkıntılar arasındaki topluca göçü gösterilmekte.

Çürüyüp kokuşan emperyalizm ve kapitalizmin efendilerinin tanrısı para. Parayı kazanmak için de hiçbir insanlık kuralını tanımamaktalar. İnsanlığın binlerce yılda oluşturduğu insanlık erdemleri, toplumsal aktöre hiçe sayılıyor onlar tarafından. İnsanlığın yüzyıllardır inandığı kutsal değerlerin onlar için bir önemi yok! Ne yazık ki emperyalist efendiler, parayı insan yaşamından üstün tutmakta. Üç kuruş için binlerce insanın yaşamına son vermek, yaşam alanlarını yakıp yıkmak, doğayı yok etmek onlar için çok olağan bir iş. Çünkü onların beyinlerinde paradan başka bir düş, gözlerinde dolardan başka görüntü yok!

Trump’ın yapay zekâya yaptırdığı video, bir insanlık ayıbı. İnsanlığını, paraya değişen zavallılığın dışa vurumu. Bu video yayımlandığı gün, Gazze de altı çocuk sokakta uyumak zorunda kaldıkları için soğuktan donarak öldüler. Paraya tapınma dinine inanan Trump, Netanyahu ve Musk’ın bu çocukların acısını duyumsadıklarını hiç sanmıyorum. Paraya tapınan insanların en büyük özellikleri duygudaş olmamaları. Çünkü duygudaşlık, insana özgü bir özellik...

Trump, Hitler’in kötü bir kopyası… Ayrıca çürüyerek kokuşmuş emperyalist sistemin temsilcisi. Sözcük dağarcığı elliyi geçmeyen biri... En çok “Aptal, harika, para, iyi iş çıkarmak…” sözlerini kullanmakta kurduğu iki tümceden birinde. Bir kişi, yaşamı boyunca yalnızca parayı düşünüp ona odaklanırsa duygudaşlığı da bilgisi de insanlık ülküsü de gelişmez. Bu tür kişilerin “insan” diye bir gündemleri, düşünceleri yok! İnsana özgü her şeye yabancıdırlar. Çünkü onlar insan ve tüm varlıkları para olarak görmekteler. Eğer içlerinde zerre kadar insanlık kırıntısı olsaydı Gazze ve Batı Şeria’da yapılan insan kıyımını duygusuzca izlerler miydi?

Atatürk, 13 Eylül 1920 günü TBMM’ye Halkçılık programını sunuyor. Programda vurgulanan bazı bölümleri anımsamanın, herkese anımsatmanın zamanıdır.

“2. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı yegâne ve mukaddes gaye bildiği halkı emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetin hakiki sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı inancındadır.

3. Türkiye Büyük Meclisi hükümeti, milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve harici düşmanlarla işbirliği yapıp milleti aldatmaya ve ifsada (fesada uğratma, karışıklık çıkarma-AH) çalışan dahili hainlerin tedibi (cezalandırma, haddini bildirme-AH) için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu milli bağımsızlığın dayanağı bilmeyi borç sayar. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 9, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Ekim 2002, s. 323-324)” Görüldüğü gibi ülkemizin kurucusu Atatürk Kurtuluş Savaşı öncesi Türkiye’nin asıl düşmanının emperyalizm ve kapitalizm olduğunu açıklamakta. Günümüzde de durum değişmemiştir. Türk ulusunun da başka ulusların da emperyalist saldırganlığa karşı durması bir insanlık görevi olarak karşımızda durmakta.

Trump Gaza’ya karşı gaza yapmak tüm insanlığın insanlık görevi değil mi?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         27 Şubat 2025

 


YABANCI HAKEM


Bu akşam oynanacak (24 Şubat 2025) Galatasaray-Fenerbahçe maçını, Slovenyalı Slavko Vincic yönetecek. Orta hakem Vincic’in yardımcılıklarını da yine aynı ülkeden Tomaz Klancnik ve Andraz Kovacic yapacak. Şimdi bazı okurlarımızın “Türk hakemlerinin suyumu çıktı?” diye sorduklarını işitir gibiyim. Evet, Türk hakemlerinin suyu mu çıktı?

“Hakem” sözcüğünün anlamı TDK Türkçe Sözlük’te: “Tarafların arasındaki anlaşmazlığı çözmek için yetkili olarak seçtikleri ve üzerinde anlaştıkları kişi; yargıcı.” diye açıklanmakta. “Hakem” sözcüğü, “hâkim (yargıç) le aynı kökten gelir, anlamları da aynı sayılır. Bu kafayla yarın mahkemelere yabancı savcı ve yargıçlar atansın, dense şaşırmam. 85 milyonluk bir ülkede bir futbol maçını yönetecek bir hakem bulunamaz mı ya da bugüne dek yetiştirilemez mi?

Eğer bugüne dek önemli maçlarımızı yönetecek hakem yoksa bu, Türkiye Futbol Federasyonu’nun suçu. Birisi kalkıp “TFF yöneticileri de yabancı olsun.” derse ne diyeceksiniz?

Akşamleyin oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe maçında, başta İstanbul olmak üzere ülkemizin neredeyse tümünde yaşam duracak. Maç başladığı anda sokaklarda kimse kalmayacak Kimi ekran başında, kimi ise radyolardan ya da değişik yayın kanallarından maçı izleyecek. Esnafların çoğu, erkenden kepenk indirecek. Maçtan sonra kazanan takımın yandaşları, sevinçlerinden yeri göğü inletecekler.

Bana sorulacak olursa yabancı hakemler, pek iğreti durmayacak bu akşamki maçta. Neden mi? Çünkü iki takımın da oyuncularının birkaçı dışında hepsi yabancı. Yani yabancı oyuncuların çoğunlukta olduğu iki takımın maçını yabancı hakemler yönetecek. Yabancı ülkelerdeki bazı takımlarda bizimkilerden daha çok Türk oynamakta neredeyse. Süper Lig’de yer alan takımların hepsinde durum aynı. Genç nüfusuyla övünen bir ülkede futbol takımlarında oynayacak yerli oyuncu yetiştiremiyor anlı şanlı takımlarımız. Uluslararası maçlarda başarısız olduklarında ise bin bir gerekçe üretmekteler. Genellikle yenilgilerinin nedenini hakeme bağlarlar. Sanki kulüp yöneticileri her şeyi doğru yaptılar da hakem onların haklarını yedi.

Osmanlı döneminde kapitülasyonlar vardı. Sömürgeci ülkelere verilen bu ayrıcalıklardan az çekmedik. Adli kapitülasyonlar nedeniyle yasadışı iş yapan yabancı uyruklu kişileri yargılayamazdı bizim yargıçlarımız. Bu nedenle tebaamız olan özellikle azınlıklardan birçok kişi yabancı ülkelerin yurttaşlığına geçerlerdi. Suç işlediklerinde o ülkenin pasaportlarını gösterir ve Osmanlı yargıçlarının kendisini yargılayamayacağını söylerlerdi. Böylece adaletin elinden kurtulurlardı. Osmanlı ülkesi, adli kapitülasyonlar nedeniyle neredeyse suç cennetine dönmüştü. Bağımsızlığımız, egemenliğimizi ayaklar altına alan kapitülasyonları kaldırmak için çok uğraş verdik. Lozan’da en çok tartışılan konu bu. Yabancılara tanınan iktisadi, adli ayrıcalıklar kalktıktan sonra topraklarımız üzerinde egemen olduk.

Yabancı hakemle kapitülasyonlar hortlatılıyor sanki. Bazı takımlarımızın yöneticileri uzun zamandır yabancı hakem konusunu dillendirmekteler. Bunda Türk’e, kendi yurttaşına ve ülkesine güven yok! Yabancı firmalarının temsilcisi olarak onların mallarını pazarlayarak varsıllaşmış kişiler, Türk’e güvenmeyip yabancıya güveniyor. Üretmek, marka yaratmak yerine tüketmeyi seçiyorlar yabancıların yararına. Ekonomide, tüm spor dallarında üretmeli Türkiye. Üretirsen kazanırsın.

Futbolcusu, antrenörü, hakemi yabancı olan takımların başkanları da yabancı olsun oldu olacak. Nedir bu yabancı hayranlığınız?

Atatürk, hastalığının ağırlaşması üzerine: “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.” demişti. Sözde Atatürkçü geçinen futbol takımlarının yöneticileri, siz takımlarınızı niye Türk hakemlerine emanet edemiyorsunuz? 

Not: Yazıyı tamamlayıcı nitelikteki aşağıdaki yazıların okunmasında yarar var.

1)   CEVİZ DE SALATALIK DA FUTBOLCU DA İTHAL https://adiladalet.blogspot.com/2015/01/ceviz-de-salatalik-da-futbolcu-da-ithal.html      

2)   ATATÜRKÇÜLÜK MÜ, AMERİKANCILIK MI? https://adiladalet.blogspot.com/2024/01/ataturkculuk-mu-amerikancilik-mi.html                   

Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Şubat 2025