ERDOĞAN VE AKP, 31 MART’TAN DERS ÇIKARDI MI?


31 Mart yerel seçimlerinde yurttaş, AKP’ye önemli uyarılarda bulundu. Özellikle ekonomik konularda varsılların değil, yoksulların yanında olmasını istedi iktidar partisinin. İkinci olarak dış politikada iki yüzlü, kararsızlıklarla dolu bir siyasetten vazgeçmesini, ABD-İsrail çizgisini çıkar yol olarak görmemesi konusunda uyarıda bulundu. Üçüncüsü de devlet kurumlarındaki savurganlığın, liyakatsizliğin, iş bilmezliğin, yolsuzlukların ve AKP yöneticilerindeki kibirli davranışların sona ermesi için “Ayağını denk al!” iletisini gönderdi R. Tayyip Erdoğan’a ve diğer AKP yöneticilerine.

“Muhalefet gibi rakamları eğip bükerek, tabir yerindeyse kırk dereden su getirerek analizleri kasmak bize yakışmaz. Milletin sandıkta verdiği mesajları herkesten önce bizim doğru okumamız, tüm boyutlarıyla objektif olarak bizim değerlendirmemiz gerekiyor. Hiçbir komplekse kapılmadan bu muhasebeyi yapmak, gerektiğinde canı pahasına bizim yanımızda duran aziz milletimize karşı görevimizdir. Şurası tartışmasız bir gerçek ki; milletimiz, bizden kapsamlı, samimi ve cesur bir özeleştiri yapmamızı istemiştir. Karşımızdaki tablo tevile gerek duyulmayacak kadar nettir. AK Parti olarak biz de bu tablonun çok iyi farkındayız. Milletimizin mesajlarını baş tacı ederken, sadece bununla kalmayacak, bu mesajlarında gereğini de mutlaka yerine getireceğiz. (AKP Grup toplantısı, 17 Nisan 2024)” Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan bunları söylemekte. Peki, seçimin üstünden on yedi gün geçtikten sonra ders alıp 31 Mart’ta halkın uyarısını doğru olarak görmüş mü acaba?

Yukarıdaki soruya “Evet” yanıtını vermemiz oldukça zor. AKP, eski tas eski hamam görünümüyle iktidarını sürdürmekte. 24 Ocak 1980’de alınan ve 12 Eylül Amerikancı darbesiyle uygulamaya sokulan Özal’ın ekonomik kararları uyarınca serbest piyasa ekonomisi olduğu gibi uygulanmakta. Bunu da yapan Mehmet Şimşek… Eğer RTE, seçimden ders alsaydı, ilk iş olarak Şimşek’i görevden alır, onun yerine üretim ekonomisini benimseyip uygulayan birini işbaşına getirirdi.

RTE ve diğer AKP yöneticileri, 12 Eylül’le ve darbelerle hesaplaşmaktan söz ederler sık sık. Bu, hiç inandırıcı değil. Bu konuda gerçekten içtenlikle davranıyorsanız öncelikle 12 Eylül’ün ekonomik sisteminden vazgeçeceksin. Bu iş için anayasa değişikliği gerekmiyor. Yalnızca halktan ve Türkiye’den yana bir siyasal değişiklik gerekmekte. Sen, 12 Eylül’ün ekonomik sistemine dört elle sarılıp halkı yoksullaştıracak, güzel ülkemizi hem emperyalist tekellere hem de bir avuç işbirlikçiye soyduracaksın; sonra da kalkıp 12 Eylül darbesine karşı olduğunu söyleyeceksin öyle mi? Senin içtenliğine kim inanır?

RTE ve AKP yöneticileri her fırsatta Turgut Özal ve Adnan Menderes’i demokrasi kahramanı olarak göstermekte. Onların yolundan gittiklerini gururla anlatmaktalar. 12 Eylül darbecilerinin ekonomisti Özal’dan demokrasi kahramanı olur mu? Ülkemizdeki katıksız Amerikancılarından olan Menderes’ten demokrasi kahramanı çıkar mı?

AKP’nin kılavuzu Özal ve Menderes olduğu sürece Atlantik kapılarında dilenci olur. Yoksulu değil, varsılı düşünür. Halkın yanında değil de uluslararası tekellerle saf tutar. Tıpkı Menderes ve Özal gibi devletin ve halkın sırtından parti varsılları yaratır. Bu varsılların halkın sofrasındaki ekmeği en küçük kırıntısına dek almasına göz yumar.

Ey Tayyip Erdoğan; halktan yanaysan, seçimlerden sandıklardan gelen iletiyi doğru okumuşsan eğer öncelikle yurdun dört köşesinde üretimi destekleyip canlandırmalısın. Üretene destek, üretici ve tüketicinin sırtından geçinen asalaklara köstek olmalısın. Aracılık yaparak halkı sırtındaki keneleri değil, üretici ve tüketiciyi korumalısın. Halkı korumak böyle olur.

Dışardan borç bularak kalkınmış bir ülke dünyada yok! Erdoğan ve AKP yöneticileri tarihi doğru okuyamadıkları için tarih denen o büyük hazineden ders almayı da bilmiyorlar. Osmanlının borçlanarak bitip yıkıldığını bir türlü görmek istemiyorlar. Duyun-u Umumiyenin Osmanlıyı nasıl soluksuz bıraktığını anlamayanların, ülkemiz gerçeklerine göre davranmaları olanaksız. Her şeyden önce AKP, siyasal çizgisini ulusalcı, yerli bir çizgiye çekmeli.

Başta Erdoğan olmak üzere AKP yöneticilerinin çokça sevdikleri ve sıkça kullandıkları bir söyleyişle her alanda “yerli ve milli” olmalılar. Halkın seçimlerde verdiği reçetede yazan bu. Kurtuluş, ancak halkın seçimde verdiği iletiyi doğru okuyarak olur.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  18 Nisan 2024

KİTAP OKUMANIN ANLAMAYI KOLAYLAŞTIRMASI

Kitap okumanın hem çocuklara hem de yetişkinlere sayılamayacak kadar yararı var. Kişinin kitap okuma alışkanlığı edinmesinin yaşı yok! İster çocuk ister yetişkin isterse yaşulu olsun insan, her yaş ve dönemde kitap okuma alışkanlığı edinebilir. Koşulların çok olumlu ya da olumsuz olması, kişinin kitap okumaya zaman ayırmasını engellememeli. 

Kitap okuma alışkanlığının en kolay edinileceği zaman, çocukluk dönemi. “Ağaç yaşken eğilir.” atasözü uyarınca çocuklar, öğrenmeye ve yeni alışkanlıklar edinmeye çok uygunlar. Onlara erkenden okuma alışkanlığı kazandırmak, başta anne ve babalar olmak üzere öğretmenlerin de görevi. Öğrencilere okuma alışkanlığı kazandırmak, okulların ve öğretmenlerin başlıca görevi olmalı. Öğrencilere okuma alışkanlığını kazandıramamış bir eğitim sistemi işlev ve sorumluluğunu yerine getirmemiş demektir.

Kitap okumayan çocuklar, sıradan bir tümceyi 45 saniyede algılarken okuma alışkanlığı olan bir çocuk ise aynı tümceyi 13 saniyede algılamakta. Bu saptama, PİSA Türkiye Değerlendirme Raporu’ndan…

Okuma alışkanlığı olmayan çocukların ve büyüklerin okuma hızları çok yavaş. Okuyanlara göre tümcelere baktıklarında gördükleri sözcük sayısı daha az. Okuma alışkanlığı edinen çocuk ve yetişkinlerin bir göz açıp kapama süresinde gördükleri sözcük sayısı giderek çoğalır. Demek ki okuyanların görme açısı genişlerken, okumayanların görme açıları artmamakta, tersine giderek azalmakta. Okuma hızı artıkça algılayıp kavrama hızı da ona koşut olarak artar. Böylece söyleneni, okunanı algılayıp kavrayan, anlayan kişi sayısı toplumda çoğalır. Bu da toplumsal ilerleme ve gelişmenin itici gücü olur.

Tarih boyunca okuma sayesinde bilgiyle donanmış toplumların üstünlükleri çok açık. Çağımızda da durum aynı… Okumanın yaygın bir alışkanlık durumuna geldiği çağımız toplumları her alanda ileri gitmekte. İleri giden toplumların diğerlerine üstünlük kurması da kaçınılmaz olmakta.

Ülkemizde ortaokul ve lise son sınıfların girdiği iki önemli sınav yapılmakta. Her ikisinde de Türkçe bölümünde doğru sayısı ekside olan çok sayıda öğrenci var. Oysa sorunların çoğu okuma, anlama konusunda. Bu durum, okuma alışkanlığı kazanmayan öğrencilerin anadillerini anlama kavrama, anlatma konusunda ne denli geri olduklarını göstermekte. En kolay soruları bile okuyup anlayarak doğru yanıtlayamayan öğrencilerin bulunması, eğitim sisteminin yüzkarası. Öğrencilere en kolay kazandırılabilecek okuma alışkanlığının bile kazandırılamadığı bir eğitim sisteminin görev ve sorumluluklarını hakkıyla yerine getirdiği düşünülemez.

İlkokulda okuma alışkanlığı kazandırılmalı. Bunun yanı sıra değerler eğitimine önem verilmeli. Okuma alışkanlığı kazanan çocuk, değerler eğitiminde de başarılı olur. Öğrendiklerini içselleştirir. Böylece düşünce; uygulamaya, davranışa dönüşür. Davranışa dönüşmeyen bir düşüncenin, uygulanamayan bir kuramın kimseye yararı olmaz. Düşünceyi, yaşamla ilişkilendiren okuma alışkanlığıdır. Bu, kişiyi üretken ve yaratıcı yapar.

Her yaştaki yurttaşa okuma alışkanlığı kazandırmak için seferberlik yapılmalı. Günümüzde her alanda yaşadığımız sıkıntıların, çatışmaların, uzlaşmazlıkların nedeni okumayan toplum olmamız. Bilgi dağarcığı kıt olduğundan farklı, yaratıcı seçenekler düşünemiyor toplum. Okumayan kişilerin çokluğu nedeniyle uzlaşma kültürü bir türlü gelişemiyor. Yoz bir tutuculukla kendisi gibi düşünmeyenleri düşman olarak görmekte kişi. Oysa farklı düşünmek ve davranmak, aslında düşünsel bir varsıllık. Düşünsel varsıllığın bile farkında olamayan bireylerin çok olduğu bir toplumda demokrasi gelişip yerleşir mi?

Bana: “Toplumumuzun en büyük ve ivedilikle çözülmesi gereken sorunu nedir?” diye soracak olursanız, yanıtım: “Okumak, okumak, okumak…” olur.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Nisan 2024

BAYRAM


Bugün bayram… Günün ezanla başladığı bir gün… Güneşin ilk ışıklarının alacakaranlığında uyanıldığı kutlu bir sabah… Sabahın serinliğinin, bahar kokusunun insanın peşi sıra koştuğu bir günün mutlu sabahı… Bir dinlence zamanı olmasına karşın erkenden en güzel ve en temiz giysilerin giyilerek el pençe divan gözlerin yollara düştüğü, solukların tutulduğu, yüreklerin bir başka çarptığı bir sabah alacası…

Bayram sabahında ilk dakikalardan başlayarak insan bir anı yolculuğuna çıkar. Çocukluğunun anımsayabildiği ilk bayram günlerinden başlayan yolculuk bugüne gelir. Kimin de mutluluk gökyüzüne uçan güvercinler gibidir. Kimi ise buruk acıların yüreği yakan üzüntüleriyle dolu. Bayram namazına gidiş dönüşte sessizliğin, dinginliğin egemenliği söz konusu. Bu sessizlik, anılara yolculuğun insanı bugünden koparmasındandır. O anılar, alır götürür bizi uzaklara. Orada yaşayarak geliriz bugüne. Gün boyu anılarla birlikteyiz. Anılar, kimi zaman peşimizden koşup gelir. Kimi zaman önümüzden koşan yaramaz bir çocuk olur, biz onu yakalamaya çalışırız. Kimi zamansa sarıp sarmalar bizi. Önce tinimizi tutsak eder kendine. Sonrasında yüreğimize akar ılık damlalarıyla. Giderek eğnimizde duyumsarız onu her şeyiyle.

Bayramın ikinci, üçüncü günlerinde anılar giderek zayıflar. Günümüz gerçeğine döneriz yavaş yavaş. Düş kırıklıkları egemen olur kişiye. Buna karşın umudunu yitirmez gelecek bayramlarla ilgili. Bayram gününde varsa bir düş kırıklığı, bir eksiklik bunu hayra yorar deneyimli ve anlayışla bezenmiş yürekler. Bir bayram biterken yenisinin umut tohumu ekilir içimizdeki gönül bahçesinin bitek toprağına.

Bayram, çocuklar için daha güzel... Büyüklerin onlar için hoşgörü sınırlarını en çok genişlettikleri zamandır bayram. Yeme ve içmenin sınırsızlığı yaşanır bu günde. Armağanların güler yüzlerle, yürek çarpıntısıyla alınıp verildiği bir an.

Bayram; çocuklar için eğlence, gezip tozma zamanı... Yeni giysiler içinde caka satmanın, ayakların yerden kesildiği mutluluk pınarı. Günün bereketli olduğu, zamanın şeker tadında geçtiği bir gün.

Çocukların havanın kararmasını, gecenin olmasını istemediği, sonsuz bir eğlence ve mutluluk düşünün yaşandığı bir gündür bayram.

Kaç yaşında olursan ol, annenin ve babanın gözünde çocuksun her daim. Eğnin büyüyüp gitse de bir meşe ağacı gibi, boyun uzasa da kavak gibi, bir çınar gibi dal budak salsan da çocuksun onların gözünde. Çoluk çocuğa karışsan da torun torba sahibi olsan da çocukluktan kurtulamazsın anne ve babanın yanında. Annen yağmur bulutu gözleriyle okşar ak düşmüş yer yer dökülmüş saçını. Baban karlı dağların sisiyle dolmuş gözlerle bakar sana. Sen, çıkarsın anı yolculuğuna kanatlanarak.

Bayram anne kokusu, baba şefkati, aile gücü, hısım akraba dayanışması, konu komşu yardımlaşması…

Bayram günü anlar insan; toprağında köklerinin nasıl derinde olduğunu, dallarının nasıl uzadığını. Bu güzel günde fark eder insan ağzının gerçekte bal peteği, dilinin insanları bağlayan güçlü bir urgan olduğunu.

Bayram, sıcaklığı azalmayan ana kucağı, karşılıksız sevginin bitip tükenmek bilmediği ocağıdır. Ana kucağının kendini hep duyumsattığı, baba ocağının dumanının tüttüğü bayramların eksik olmamasıdır dileğim. Çocuk cıvıltılarının kuş olup uçtuğu bayramların yaşanmasından daha güzel ne olabilir?

Çocukların tek zararı, çok şeker yemekten olsun. Bozulan mideler düzelir, ancak kahpe kurşunlarıyla öldürülen çocukların yüzleri gülmez bir daha. Şeker yemeye doyamadan, hatta hiç onu tadamadan kara toprak olan çocuklarla dolu dünyamızda bayramımızın tadı kaçmakta ne yazık ki.

Bayramlar geçmişe özlem, geleceğe umuttur. Karanlığı delip geçen bir ışık, gökyüzünde yükselen ses… Işığımız hiç sönmesin, sesimiz asla kısılmasın.

Her şeye karşın bayramlar bizim için… Buruklukları, üzüntüleri bir yana bırakıp mutlu olma günü. Sağlığımız, dirliğimiz düzenimiz yerinde olsun. Bunları kimsenin yok etmesine izin vermeyelim toplum olarak. Dünyada bayramı olmayan toplum yoktur sanırım. Bayramlar insan olmanın ve toplum olarak yaşamanın bir gereği. Gözyaşının akmadığı, insanların öldürülmediği, ayrılıkların yaşanmadığı güzel bir bayram dilerim herkese.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            10 Nisan 2024

 

AKP, SON BİR HAFTADA NASIL ÇÖKTÜ?

Kamuoyu araştırmacıları, akcam yorumcuları ve bazı köşe yazıcıları AKP’nin 31 Mart seçimlerini son bir haftada yitirdiğini söylemekteler. Bu düşünce doğru olabilir. Ancak seçmenlerde son bir haftada görülen değişimin bir geçmişinin olmaması olanaksız.

AKP hükümetlerinin yirmi iki yıllık olumsuzlukları birikti ve 31 Mart 2024 yel seçimleri öncesi taşma noktasına geldi. Olumsuzlukların damla damla doldurduğu bardağı da son haftada yapılan belirgin yanlışlar taşırdı. Peki bunlar, neler?

Emeklilerin açlığa tutsak edilmesiyle halkımızın önemli bir kesiminde bıçak kemiğe dayanmıştı. 15 Temmuz Amerikancı darbe kalkışmasından sonra AKP’ye ulusalcı bakış açısıyla destekler verildi. Bu darbe kalkışmasına tiyatro diyenlere işbirlikçi gözüyle bakıldı. AKP, bu dönemde en güçlü zamanını yaşadı. Açılım döneminin ihanete varan uygulamaları unutuldu. Ne yazık ki AKP yöneticileri, bu desteğin nedenini doğru olarak anlayamadı. 2023 cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra anlaşılmaz bir biçimde ABD’ye doğru dümen kırdı R. Tayyip Erdoğan ve hükümeti. Bu da ulusalcı düşüncelerle AKP’ye destek veren seçmenlerin gözünden kaçmadı. Bu destek gevşemeye başladı.

TBMM Başkan Numan Kurtulmuş, seçimlere bir hafta kala 24 Mart 2024 günü anayasa değişikliği yapılması gerektiğini açıkladı. Bu açıklamayla açılım günlerine dönüleceğinin işareti verildi. Bu, aslında PKK/DEM’e anayasa değişikliği üstünden el uzatmaydı. Seçmen, bu oyunu kolayca anladı.

Seçime bir hafta kala, Filistin’den bir milyonu aşkın sığınmacının geleceği sosyal medyada sıkça paylaşıldı. Bu konuda Erdoğan’la İsrail’in anlaştığı yazılıp çizildi. AKP’den bu konuyu yalanlayan bir açıklama gelmedi. Sığınmacılarla ilgili sorun yaşayan halk, buna tepkisiz kalamazdı. Çünkü sığınmacılar yüzünden kaçak işçilik artmakta. Sığınmacılık, ucuz işgücünü ortaya çıkarmakta. Bu da alt gelir kümesindeki yurttaşlarımızın ekonomik olanaklarını azalttı. Herkes işveren ne veriyorsa onu kabullenmek zorundaydı. Verilene karşı çıkmak işini yitirmek demekti. Üstüne üstlük bir de RTE’nin emeklilerle ilgili tutarsız açıklamaları gelince bardak taştı.

Seçim sabahı erkenden uyanıp kalktık. Eşim, Suadiye’de bir ortaokulda sandık başkanıydı. Gün doğumuyla okulun bahçesindeydik. Okul bahçesinde onlarca insan vardı. Çoğu sandıklarda görev almak için gelen parti temsilcileriydi. Her gelen sandık başkanı, görevli olduğu sandığın numarasını duyuruyordu. O sandıkta görevli olanlar başkanın ardına takılıp içeri giriyordu. Yaklaşık yarım saat okul bahçesinde kaldım. Sandıkların çoğunda görevli AKP’liler yoktu ortalıkta.

Suadiye’den Bostancı’ya yürürken gazetemi aldım. Oy kullanacağım sandığın bulunduğu evimizin karşısındaki ortaokula geldim. Buranın bahçesi de kalabalıktı. Parti temsilcileri kümelenmişti her yanda. Yönetici oldukları anlaşılan birkaç kişi sürekli telefonlarla birileriyle konuşmaktaydı. İki okulun bahçesindeki kişilerin çoğu, CHP’li... Yollar seçmenler ve sandık görevlileriyle dolu... Bu okulda da AKP’li sandık görevlilerinin bazıları gelmemiş görevlerine. Oysa daha önce böyle miydi? AKP görevlileri ilk öce gelip yerlerini alırlardı. Örgütlü durumları ilgi çekerdi.

Kadıköy, CHP’nin kalelerinden… Burada AKP’den sandık görevi alanların çoğu apartman görevlileri ve onların yetişkin çocukları… Yani emekçi, dar gelirliler… Dar gelirlilerin gelirleri iyice azalmış. AKP döneminde daralan ekonomik olanaklar, onların yaşamlarını tehdit etmekte. Bir de üstüne şu anayasa değişikliği ve yeni sığınmacılar binince iş çığırından çıktı. Yurttaşın canı burnuna geldi. AKP’nin asıl dayandığı yoksul kesim ya sandığa gitmedi ya da başka partilere oy verdi.

Perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir, der atalarımız. Ne yazık ki AKP yönetimi çarşambayı göremedi. Bu nedenle de perşembede neler olacağını anlayamadı. Demek ki siyasette asıl olan öngörü… Öngörünüz yoksa hesaplayamazsınız başınıza nelerin geleceğini.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         6 Nisan 2024

31 Mart 2024’te CHP

         31 Mart 2024 Yerel Seçimlerinin en kazançlı partisi, CHP. Bu seçimde aldığı sonuçlar, 1989 Yerel seçimlerinde SHP’nin başarısını anımsatmakta. 1989 Yerel seçimlerinden sonra SHP’de çöküş başladı. SHP dönemi, CHP çizgisindeki en önemli ideolojik kırılmaların yaşandığı bir dönem. Atatürk çizgisinin terk edildiği, serbest piyasacılığın benimsendiği, Atatürk’ün halkçı-devletçi uygulamalarının kırıntılarının parti içinden temizlendiği, sınıf savaşımından vazgeçildiği, ulusçuluğun gericilik olarak görüldüğü, bölücülükle dirsek temaslarının başladığı bir dönemin partisidir SHP. Daha sonra yeniden açılan CHP ile birleşti ve aynı ideolojik sapmalar, emperyalizme eklemlenme çizgisi bu yolla Atatürk’ün kurucusu olduğu partiye de egemen oldu. Bu dönemde Altıok’tan vazgeçildi. Altıok ve Atatürk, tarihten bir anı fotoğrafı gibi duvarlarda kaldı.

Başta CHP Genel Başkanı Özgür Özel olmak üzere partinin birçok yöneticisi, 31 Mart seçimlerinde alınan oy oranının CHP tarihinde 1977 genel seçimlerinden sonra alınan en yüksek oy olduğunu açıkladılar. Öteden beri sıkça söylediğimiz bir şey var: Son dönem CHP yöneticileri partilerinin de Türkiye’nin de tarihini bilmiyorlar.

CHP’nin en yüksek aldığı seçimlerdeki oy oranlarına bakalım: 1977 genel seçimleri: % 41.4, 1957 seçimleri: % 41.4, 1950 seçimleri: % 39.6… 31 Mart 2024’te ise belediye başkanlıkları üzerinden hesaplanan CHP’nin oy oranı: 37.77, büyükşehirlerde belediye meclisler ve diğer kentlerdeki il genel meclisi ortalaması ise % 34.48… Öncelikle CHP yöneticileri, kendi tarihleri konusunda sağlıklı bilgileri edinmeli.

31 Mart 2019 yerel seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’da aldığı oy sayısı: 4.169.765, bu seçim 23 Haziran 2019’da yinelendi ve İmamoğlu: 4.741.870 oy alarak İstanbul Büyükşehir belediye başkanı oldu. Bu seçimde seçmen sayısı ise 10.570.939… 31 Mart 2024’te aldığı oy ise 4.427.455, toplam seçmen sayısı ise 11.314.534… Bir önceki seçime göre 743.595 seçmen artışı olmasına karşın, İmamoğlu’nun oylarında ise düşme söz konusu. Peki, oylarındaki eksilmenin nedeni ne?

İstanbul’da CHP, resmen olmasa da İYİP ve DEM Parti ile ittifak yaptı. DEM seçmeninin ezici çoğunluğu, İmamoğlu’na oy verdi. Ancak İYİP seçmeninin önemli bir bölümü Ekrem Bey’e oy vermesine karşın, birçoğu da farklı partilere dağıldı. CHP tabanındaki ve diğer partilerdeki milliyetçi seçmen, DEM’le ittifakı onaylamadı. Ayrıca CHP adayları; İzmir, Çanakkale, Adana gibi illerde bir önceki seçimlere göre önemli oranda oy yitirdi. Bu da CHP tabanının bir bölümünün DEM’le ittifaka tepkisi olarak değerlendirilmeli.

CHP, DEM’le resmi olmasa da yaptığı ittifak bölücü örgütü gömüldüğü hendeklerden çıkardı. Onlara umut ve cesaret verdi. Van seçimlerinin iptalini bahane ederek yakıp yıkan bölücü örgüt militanlarının taşkınlıkları acaba hangi özgüvenle sokaklara taştı? DEM’le ittifak yapmanın bedeli, ülkemize ağır olacak. Ancak ulusumuzun sağduyusu, bu işin üstesinden gelecek.

31 Mart seçimlerinde Afyon, Ankara ve Bolu illerindeki sonuçlar ilgi çekici. Afyon Belediye Başkanı seçilen Burcu Köksal’ın seçim öncesi söylediği “Seçildiğimde Afyonkarahisar Belediyesi’nin kapıları, DEM Parti hariç bütün siyasi partilere açık olacak.” sözleri, CHP içinde tartışma yaratsa da Afyonluların gönlünde yer etti. DEM ittifakını reddederek bölücülüğe tavır alan Köksal, yıllar sonra Afyon’da belediye başkanlığını partisine kazandırdı.

Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, seçim öncesi: “Ben, DEM partililerle bırakın işbirliği yapmayı, aynı kaldırımda bile yürümemeyi tercih ediyorum.” diyerek bölücülükle ittifaka karşı çıktı. Bu tavrıyla da yeniden belediye başkanı seçildi.

31 Mart seçimlerinde en ilginç sonuç Ankara’da alındı. Mansur Yavaş, DEM’e karşı hep tavırlı oldu. Milliyetçi seçmenle tabanda ittifak kurmak için çalıştı Bunu da başardı. Seçimde % 60.4 oy alarak rekor kırdı. Bu sonuçla rakibi AKP adayına fark attı.

Köksal, Özcan ve Yavaş… Bu üç örnek gösteriyor ki bölücülüğe tavır alan, milliyetçi söylemlerde bulunan adaylar, halkın sevgisini kazanmakta. Bölücülükle ittifak ise oy yitimine neden olmakta.

CHP’nin kuruluş ayarlarına dönmesi, Altıok’ta simgeleşen Kemalizmi savunması onu iktidar yapar. Ancak bunun çok zor, hatta olanaksız olduğunun da farkındayım.

Seçim bitti. Şimdi sıra verilen sözlerin tutulmasına geldi. Bakalım sözler yerine getirilecek mi? Gün ola, harman ola…

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         5 Nisan 2024

DERSLERLE DOLU 31 MART SEÇİMLERİ

31 Mart Yerel Seçimlerine on üç milyonu aşkın seçmen katılmadı. Seçime katılmayan seçmenlerin bu denli çok olması düşündürücü. Demek ki yurttaşlarımızın bir bölümü, iktidarıyla muhalefetiyle düzen partilerine güvenmiyor. Bu partilerin ülkemiz sorunlarına çözüm getireceklerine dair umudunu yitirmiş bir seçmen kitlesi var demek ki.

Son yerel seçimlerde iki milyondan fazla geçersiz oy var. Geçersiz oy sayısında, önceki seçimlere göre artış var. Bu da ilgi çekici. Seçime katılmayanlarla geçersiz oy kullananları topladığımızda on beş milyonu geçiyor bu sayı. Bu da toplam seçmenin dörtte birinden fazla. Bu seçmen kitlesinin var olan partilere niye oy vermediği incelenmeye değer. Demek ki seçmenlerin dörtte biri düzen partilerinin programlarını beğenmiyor, söylediklerine inanmıyor.

Türk halkı, oy vermeyi çok iyi bilen bir halk. Seçmenlerin çoğu, siyaseti çok iyi gözlemlemekte. Büyükşehirlerde aynı zarftan belediyelerle ilgili üç ayrı oy çıkıyor: Büyükşehir ve ilçe belediye başkanlıkları, belediye meclisi üyeleri. Üçü farklı partilere çıkabiliyor. Bu durum, bilmeyene çok anlamsız gelebilir. Ancak elli yıldır seçimleri izleyen biri olarak beni şaşırtmaz bu. Yurttaş ince eleyip sık dokuyor. Adayları günlerce izleyip bakarak tartıyor. İzlenimlerini olgunlaştırıp sandığa yansıtıyor seçmen. Ayrıca partilere de bu yolla siyasal bir ileti vermekte. Burada önemli olan siyasal partilerinin bu iletileri anlayıp anlamamaları.

31 Mart seçimlerinde açık ve gizli ittifaklar yapıldı. Bu ittifaklar, bazı illerde partiler açısından olumlu sonuçlar sağlasa da kimi illerde ise olumsuz sonuçlara yol açtı.

Yerel seçimlerde gösterilen adaylar çok önemli. Belediye başkanlıklarının oylanmasında adayların nitelikleri önemli etken. Adayların aldıkları oy toplamında partilerin etkisi yüksek olsa da adayların kişisel oyları belirleyici olmakta. Hükümetin, seçimlere katılan partilerin savunduğu ve ellerindeki belediyelerde uyguladıkları politikalar, seçmenin oy kullanmasında etkili.

Yerel seçimlerde partilerin yurttaşlardan aldıkları asıl destek büyükşehirlerde belediye meclislerinde aldıkları oylar ve diğer kentlerimizde yapılan il genel meclislerindeki oylarının toplamı üzerinden hesaplanmalı.

Şu anda YSK, 31 Mart seçimlerinin kesin sonuçlarını henüz açıklamadı. Ancak kesin olmayana sonuçlara göre Türkiye genelinde büyükşehirlerde ilçe belediye meclisleri ve diğer kentlerdeki il genel meclislerinde oyların toplamına bakınca CHP, aldığı yüzde 34,47 oyla birinci parti. AKP ise oyların yüzde 32,42 alarak ikinci sırada. Üçüncü parti, yüzde 6.96 oy oranıyla YRP. Bu oy oranlarıyla halkın partilere verdiği iletiler iyi değerlendirilmeli.

Türk yurttaşı, dünyanın neresinde olursa olsun oy kullanmayı büyük bir sorumluluk olarak görmekte. Oyunu kullanırken kılı kırk yarmakta yurttaşımız. Bu nedenle seçimlerde en son suçlanacak kişi, seçmen. Partiler, seçmenden gerekli desteği alamıyorsa sorun, partilerin siyasetinde. Bu nedenle her seçimden sonra partiler, iğneyi kendilerine batırmalı. Eleştiri ve özeleştiri, siyasetçinin doğruya yönelmesini sağlayacak biricik yol. Böyle bir yoldan gitmemek büyük yanlış…

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         4 Nisan 2024

 

 

 

SEÇİMLERLE İLGİLİ TEHLİKELİ BAKIŞ AÇILARI

        Son yıllarda ülkemizde özellikle sosyal medya üzerinde kışkırtıcılık yapılmakta ülkemizin dirlik ve düzenine karşı. Asılsız görüşlere gerçekmiş gibi inananlar çok. Ne yazık ki sosyal medyada yazılan her şeye inanıp doğru sanmak ülkemize zarar vermekte.

Bazı kişiler, önceki seçimlerde sığınmacıların toplu olarak oy kullandıklarını söylediler. Bu, yenilgilere kılıf uydurmadan başka bir şey değildi. Çünkü seçimlerde Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmayan hiç kimse oy kullanamaz. Bu yalın gerçeği bile bilmemek, büyük bilgisizlik. Hele bilip de bile bile kışkırtıcı bozgunculuk yapmak, ülkemize açıkça düşmanlık.

Neyse 31 Mart’ta muhalefet seçimlerden yengiyle çıktı da “Sığınmacılar oy kullandı.” tümcesini duymadık. Yani sosyal medyada muhalefet yapan kadrolular, böylece kendilerini yalanlamış oldular.

Sosyal medyada yazıp çizen kimileri ise muhalefetin seçim başarısını yurtdışındaki gurbetçilerimizin oy kullanmamasına bağlamaktalar. Ne acı değil mi? 1960 sonrası ülkemizin kalkınmasında önemli pay sahibi olan gurbetçi işçilerimizin oy kullanmasına karşı çıkmak büyük bir aymazlık. Gurbetçi döviz getirip iç piyasamızı canlandıracak, ancak oy kullanamayacak öyle mi? Gerçi bu seçimde oy kullansalar da durum değişmezdi. Ancak gurbetçilerin oy kullanmamasını istemek, ayrımcılık ve içten içe bir bölücülük sayılmaz mı?

Kimler oy kullanır, kimler seçmen olur tartışması bilir bilmez bir biçimde sürmekte. Oysa bu konu çok açık ve yasalarla belirlenmiş.

31 Mart Pazar günü Şırnak ve Ağrı’da olanları izleyince ürperdim. Bu PKK/DEM’lilerin bilinçaltlarına yerleşmiş öylesine bölücülük var ki anlatılamaz. Toplu olarak oy vermeye giden subay, astsubay ve sözleşmeli erlere hakaret eden, bağırıp çağıran bölücü örgüt yandaşlarını görünce kaygılandım. Bu ırkçı, yasa tanımaz tutumun faşistçe olduğunu söyleyebilirim. Oysa yasalar çok açık. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan her birey, ikamet ettiği yerde oyunu kullanır. TSK mensupları da herkes gibi ikamet ettikleri yerde sandığa gitmekteler. Onların seçme haklarını ellerinden almak mıdır sizin sözde demokrasiniz? Hem oy kullanacak subay ve astsubayların hangi partiye oy vereceklerini nereden biliyorsunuz? Bu kafatasçı, faşist mantıktın kişiyi ülkesine düşmanlaştıran.

Sonradan Ağrı Belediye Başkanı seçildiğini öğrendiğimiz kadın avazı çıktığınca bağırmakta: “Bunların hiçbiri Ağrılı değil!” diye. Ağrılı yurttaşlarımız ülkemizin seksen ilinde oy kullanınca sesini çıkaran oluyor mu? Türkiye’nin hiçbir yerinde “Sen şuralısın, o buralı diye yurttaşlık hakkı engellenen birisi oldu mu bugüne dek. Üstelik seçmen listeleri çok önceden askıya çıkarılıyor. Askıdaki seçmen listelerine niye yasalar çerçevesinde itiraz etmediniz? Amacınız üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek... Kışkırtıcılık yapıp emperyalizme hizmet etmek…

Seksen bir ilimizde yalnızca o ilde doğup büyüyenler, oranın nüfusuna kayıtlı olanlar oy vermiyor. Neredeyse her ilimizde farklı illerden yurttaşlarımız yaşamakta. Her yurttaşımız da yaşadığı yerde oyunu kullanmakta. TSK mensuplarının diğer yurttaşlarımızdan ayrı tutulması niye? Subay ve astsubay ve sözleşmeli erlere bu düşmanlık neden?

 Sosyal medyada bilip bilmediği her konuda uzman kesilen kimi kendini bilmezlerin ülkemizi getirdiği nokta, ayrımcılık ve faşistçe düşünüp davranmaları içler acısı. Bunun adı demokrasiyse ben demokrat değilim.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu        

                                                                           4 Nisan 2024

 

HALKTAN UZAKLAŞMA, ÇÖZÜMSÜZ SORUNLAR, TUTARSIZLIK VE YENİLGİ

31 Mart 2024 Yerel Seçimlerinin asıl yitireni 22 yıldır iktidarda bulunan AKP. 2002’de 3 y (yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar) ile savaşmak için iktidara gelen AKP, ne yazık ki 3 y’nin derinleştirdiği yenilgi çukurunda. Toplumun yoksul kesimlerine dayanarak iktidara gelen bir partinin yoksulluğu derinleştirmesi, işsizliği artırması, üretime yönelik adımları savsaklaması çok belirgin bir siyasal uygulama İktidar Partisi için.

Yolsuzluk

AKP için özellikle kendi üyeleri tarafından söylenen “Mücahit geldiler, müteahhit oldular.” tümcesi, aslında her şeyi açıklamakta. AKP kadroları varsıllaştılar. Bu varsıllaşma, birçoğunun içinde uyuyan görgüsüzlüğü uyandırdı. Gösterişli evler, arabalar, su gibi harcanan kaynağı belirsiz paralar insanların gözlerinden kaçmamakta. Zaten bu görgüsüzlük, sosyal medyada neredeyse her saat paylaşılmakta. Ayrıca dünün yoksulu, yoksul mahallesinde kendisi gibi yaşayan komşularına gösteriş yapmak için çok pahalı, çakarlı arabalarla gelip oy istediler partilerine. İnsanımız ne denli yoksul olsa da gözlemciliği, gerçekleri çabuk kavrayışı, sağduyulu düşünüşü, mertliği ve açık sözlü davranışı övgüye değer. Mahallesine gezmeye ya da oy istemeye gelen dünün yoksulunun hangi yolla, nasıl varsıllaştığını kolayca anlamakta eski mahallesinde yaşayanlar. Gerçi anlamaya gerek de yok. Çünkü hızla varsıllaşan kişi, servetini nasıl edindiğini yetenekli, akıllı(!) olduğunu belirtmek için ilk fırsatta anlatmakta.

AKP’ye oy verenlere sorun bakalım önettikleri belediyelerde, devlet kurumlarında yolsuzluk yapılıyor mu diye. Ne yazık ki AKP döneminde devlet kuruluşlarının çoğunda denetim, yasalara uygun iş yapma ortadan kalkmış durumda. En küçük birimin müdürü bile hem despot hem de küçük çapta bir yağma çiftliğinin patronu. Halka üstten bakmak sıradanlaştı. AKP, kısa yoldan köşe dönmek isteyenlerinin partisi oldu halkın gözünde. Doğaldır ki bunun bir bedeli olacaktı. Halk, bu bedeli sandıkta ödetti.

Üretmeyen ülke

AKP iktidarlarının gözlerinin görmediği en önemli alan, üretim. Turgut Özal ve Kemal Derviş’ten devraldıkları serbest piyasacı, dış borca dayalı sistem olduğu gibi uygulandı. Zamanla borç birikti ödenmez oldu. Bu politikayla üreten kırsal kesim boşaldı. Köylerde tarlaya tohumu atacak, ürünü kaldıracak nüfus kalmadı. Başta köylü olmak üzere üretenlerin tümü ezildi. Ürettiği malı, neredeyse maliyetinin altında satmak zorunda kaldı üreticimiz. Birçok zorunlu tüketim maddesi Türkiye’de üretilmesine, özellikle de tarım ürünleri ülkemizde yetiştirilmesine karşın dışardan alınmakta. Bu anlaşılır bir durum değil. Çünkü bu yolla Türk üreticisi etkisiz kılınmakta, emeği pula dönmekte. Bu da AKP hükümetlerinin uyguladığı liberal politikaların sonucu. Bu ekonomik politikalar sonunda orta sınıf yok oldu. Varsıl daha varsıl, yoksul daha yoksul oldu.

Üreticiyi ezen serbest piyasa sistemi, tüketimi özendirdi sürekli. Daha çok tüketim, daha çok dış borç demek. Bu kısır döngüyle ülkemiz daha çok borca battı, dışa bağımlılığı arttı. Bu da AKP hükümetlerinin ne denli yanlış bir ekonomik sistemi uyguladığının önemli bir göstergesi. Halkın bu sisteme dayanma gücü kalmadı. Sisteme, dolayısıyla bunun uygulayıcısı AKP’ye sandıkta tepki göstermesi ise en doğal hakkı.

Emekliler, süründürüldü

AKP hükümetleri, emeklileri adeta süründürdü. Yıllarca ülkesine hizmet eden kişileri açlığa tutsak etmesi bağışlanamaz. Emekli olmayan yurttaşlar, emeklilerin zor durumlarını görünce aynı şeyin onların da başına geleceğini düşünerek doğal olarak kaygılanmaktalar. Emekli, hesabını ahirete bırakmayıp sandıkta sordu.

Emekliler konusu, muhalefet partilerince seçimlerde kullanıldı. Bir lokma ekmeğe muhtaç emeklinin içler acısı durumu görmezden gelinemez. Seçimlerden önce yazdığı “Emekliler, Emekliyor” başlıklı yazımda, konu ayrıntılı olarak açıklamakta

Dış politikadaki tutarsızlıklar

AKP’nin en yumuşak karnı dış politika. “Denge politikası” adı altında tam bir dengesizliğin içinde. Bunun en yalın örneği Filistin-İsrail savaşı… R. Tayyip Erdoğan, seçmenlerinin gözünü boyamak için İsrail yönetimine demedik söz bırakmadı. Ancak el altından İsrail’le ticareti kesintisiz sürdürdü. Üstelik her geçen gün bu ticaret artmakta. Bu çelişkiyi uzun süre saklayamadı halktan RTE. Bunu en iyi kullanan da YRP Genel Başkanı Fatih Erbakan oldu ve karşılığını da aldı seçimlerde.

AKP’nin diğer bir tutarsızlığı Rusya-Ukrayna savaşında. Burada da ikili oynamakta. Bir yandan Rusya ile iyi ilişkiler kurarken diğer yandan da Batı’yı küstürmemek adına Ukrayna ile el ele. Bu da ülkemize zarar vermekte. Bu tutarsızlık; başta komşularımız olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde Türkiye’ye karşı güvensizliğe dönüşmekte. Halkımız, bu tutarsızlıkların ekonomimize yansımalarını görmekte. Bu nedenle rahatsızlığı söz konusu yurttaşlarımızın.

Erdoğan’ın despotluğu, alaycı dili

RTE, kedisini eleştirenlere, kendinden farklı düşünenlere hoşgörü göstermiyor. Azarlıyor, paylıyor, bağırıp çağırıyor… Konuşmalarına bakıldığında sürekli bir bağırma söz konusu.

Muhalefeti küçük görmekte. Muhalefet liderleriyle dalga geçip hakaret etmekte fırsat buldukça. Eleştiriye tahammülü hiç yok! En küçük eleştiriyi, kendisine saldırı olarak değerlendirmekte. Oysa eleştirilerden ders almayı bilse hem kendisini geliştirecek hem de yanlışlarını azaltacak. Bu bakış açısı ne bilimsel ne de demokratça.

Erdoğan, basının kendisini eleştirmesine karşı çok sert ve saldırgan. Bundan da anlaşılıyor ki çocukluğu ve gençliği bir hoşgörü ortamında geçmemiş. Yapmadığı ya da yanlış yaptığı işlerle ilgili soru sorulduğunda sinirleniyor. Sinirlenince tüm dengesi bozuluyor. Oysa eleştiri, demokrasilerin olmazsa olmazı. Eleştiri olmasa yanlışımızı nasıl öğreneceğiz?

Basın yayın organlarında her partiye eşit söz hakkı verilmiyor. Özellikle TRT’ye bağlı televizyonlar, radyolar iktidar partisinin sesi olmuş. Bu demokrasi dışı uygulama hakkın ilgisinden kaçmıyor.

Neredeyse her gün televizyon kanallarında konuşmakta. Ramazanda her iftar sonrası ekranlarda görünmesi insanları bıktırdı. Bu iftar sofralarının masrafını kendi kesesinden mi, yoksa milletin kesesinden mi ödemekte? Milletin kesesinden iftar yemekleri düzenlemek İslam dinine ne derece uygun acaba? Kendi deyişiyle “garip gureba, fakir fukaranın” parasıyla insanlara iftar yemeği ısmarlanır mı?

Kibir

Her düzeydeki AKP yöneticilerinin çoğunda anlaşılmaz bir kibir var. Yöneticileri geçelim. AKP’ye uzaktan yakından bulaşmışlarda da aynı kibri görmek söz konusu. Her şeye egemenim, bilmediğim bir şey yok, yüksek dağları ben yarattım havası en belirgin özellikleri bu kişilerin. Karşısındakini dinleme, farklı düşünceleri öğrenme gibi bir alışkanlıkları yok çoğunun! Karşılarındakileri küçümsemeleri çok belirgin. Bu nitelikleriyle güvercinlere benzemekteler. Yerdeyken halkın avucundan yem yiyorlar, havalandıklarında ise yurttaşın başına s.çıyorlar. Çok yazık, çok… Halka rağmen halk için bir şey yapılamaz.

AKP’nin temsil ettiği taban

2002’den beri AKP’ye oy veren bir halk kitlesi var. Bu kitlenin hepsi aynı dünya görüşüne sahip değil. Dört farklı eğilim var parti tabanında. Partinin çekirdeğini oluşturan Mili Selamet Partisi, Milli Görüş geleneğinden gelenler… İkinci kitle ise merkez sağ (DP, AP; DYP, ANAP) geleneğinin temsilcileri… Üçüncü eğilim ise milliyetçiler… Dördüncü kitle ise çoğu kişinin bir türlü görmediği CHP-DSP kökleri olanlar… Karadeniz, İç Anadolu, Doğu Anadolu’nun bir kısmı, İç Ege ve Marmara’nın bir bölümünde CHP-DSP köklerinden gelen seçmenleri var AKP’nin. Bu seçmen kitlesi Kurtuluş Savaşı’nın omurgasını oluşturan ailelerin torunları.

Milli görüşçüler dışındaki kitle, Atatürk’ü sevip sayar. Cumhuriyet değerlerine sahip çıkar. Ulus devletin varlığı konusunda duyarlıdırlar. Düşsel, gerçekdışı bir ümmetçilik onların dünya görüşünü de mantığına da uymaz. Ortaçağ özlemi içindeki yobazlığın yaşama ters geldiğinin farkındadır bu kitle.

AKP’deki Milli Görüşçüler, bir güç zehirlenmesinin körlüğünü yaşamaktalar. Bu körlük, onlara ülkemiz koşullarıyla bağdaşmayan bir özgüven kazandırmış AKP iktidarı boyunca. Sosyal medya paylaşımlarında, eş dost söyleşilerinde düşünceleri ülkemize egemen olmuş gibi konuşup davranmaktalar. Bu da AKP içinde yer alan Cumhuriyet değerlerine bağlı kitleyi rahatsız etmekte. Her fırsatta Atatürk ve devrimlerle hesaplaşma peşindeler.

 31 Mart yerel seçimlerinde AKP tabanında başta ekonomi ve dış politikadaki tutarsızlıklar konusuna bağlı olarak birçok konuda rahatsızlıklar başladı. Bu nedenle seçmen, parti yönetimini uyarma gereği duydu. Bu seçimlere katılım oranı, öncekilere göre oldukça düşük.

Seçimin kazananı olarak görülen CHP oylarında olağanüstü bir artış yok! AKP seçmeninin daha çok CHP-DSP kökenli olanlarının bir bölümü CHP’ye oy verdi. Milli görüşçülerin önemli bir bölümü ise YRP’yi destekledi. Bu nedenle YRP, seçimin en kazançlı partisi. AKP seçmeninin önemli bir bölümü ise sandığa gitmedi. Bu kitle partisine şimdilik bağlı. Bu kişilerin elleri başka bir partiye oy vermeye eli varmadı. Sandığa gitmeyerek iktidar partisine kendini, politikalarını değiştirmesi için uyarıda bulundu.

AKP’de politika değişikliği olur mu?

AKP, kendini düzeltebilir mi? Bu çok zor… Mehmet Şimşek’i ekonominin başına getirerek ABD yaptırımlarına teslim oldu. Şimşek borçlanma ekonomisinden yana. Onun defterinde üretim yazmaz. Ekonomik bunalımın yüküne varsıla değil, yoksulun sırtına yükler. Bu nedenle yoksul, gittikçe yoksullaşır, varsıl da daha çok varsıllaşır. Kısacası Şimşek, RTE’nin deyişiyle “yerli ve milli” değil.

AKP yoksulluğu ortadan kaldırmak için geldi, yoksulluk katlanarak arttı. Yolsuzluğu önlemek için iktidar oldu, yolsuzluğa tüm gövdesiyle battı. CHP’nin kaynağını bir türlü açıklayamadığı para kulelerinin toplumda karşılık bulmamasının nedeni AKP döneminde yolsuzluğun sıradanlaşmasından. AKP, yasakları yasaklamak için söz verdi, birçok konuda yasakçılık şampiyonu oldu.

Günümüz siyasetçisinin en büyük sorunu sözünde durmaması. Ayrıca iktidar seçeneği olacak partilerin neredeyse hepsinin programı aynı. Hepsi serbest piyasacı… Hepsi batı sistemine eklemlenmek için yarışmakta. Atatürk’ün tam bağımsızlık, üreten Türkiye ülküsüne bağlı siyasetçiye ve siyasal partiye ivedilikle gereksinmemiz var. Çünkü kurtuluşumuz burada.

                                                             Adil Hacıömeroğlu

                                                             3 Nisan 2024

 

 

 

 

 

SEÇİM YALANLARINA NE OLDU?

Her seçim öncesi ve sonrası alışılagelen yalanlar vardı. Ne yazık ki bu yalanlara inananlar çoktu. Seçim yenilgilerinden ders almak yerine, yalanlardan oluşan bahanelere sığınıldı. Bu nedenle de ülkemiz sorunlarına çözüm oluşturacak halka yönelik siyasetler oluşturulamıyor.

“AKP seçmeni körü körüne oy verir.” sözü; muhalefet parti yöneticilerinin, muhalefeti destekleyen kimi gazeteciler, yurttaşlar söyleyegelir. 31 Mart seçimleri gösterdi ki AKP seçmeni gözü kapalı, körü körüne oy vermiyormuş. Hükümet uygulamalarını yanlış olduğunu gördüklerinde ya oy vermeye gitmiyor ya da muhalefet partilerine destek veriyorlar. Demek ki AKP’nin kazandığı onlarca seçim sonrası sorulacak soru şu idi: “Halkımızın neredeyse yarısı, niye AKP’ye oy veriyor?” Bu sorunun yanıtı bulununca AKP’ye karşı savaşım amaca ulaşır.

AKP seçmeninin kömür, makarna karşılığında oy verdiği söylendi yıllarca. Bu yalana, ağır suçlamaya ilk karşı çıkanlardanım (Bkz. Kömürcü, Makarnacı Koyunlar https://adiladalet.blogspot.com/2014/01/komurcu-makarnaci-koyunlar.html ). Halkı verdiği oy yüzünden suçlamak çok yanlış. Onu, düşüncelerinle ikna edemiyorsan sorun sende.

İkinci bir yalan: “AKP, oyları çalarak seçimleri kazanıyor.” Görüldüğü gibi bu yalan da pazar günü seçim sandıklarında çöktü. Demek ki sandığa atılan oy, ona sahip çıkılınca yok olmuyor. Bu söylem sandık başkanlarına ve sandık kurulunda bulunan devlet memuru olan üyelere ağır bir suçlama içerir. Devlet memurlarının ezici bir çoğunluğu işlerini namuslarıyla yapar. Ayrıca il ve ilçe seçim kurullarında da memurlar var. Ayrıca sandık, il ve ilçe seçim kurullarında partileri temsilen üyeler bulunmakta. Toptancı bir görüş ve yalanla bu kişileri suçlamak hem büyük bir ayıp hem de onlara haksızlık. Çoğu devlet memuru olan bu kişiler de seçmen ve oy kullanıyorlar. İşini yapmamakla suçladığınız kişilerin oyuna gereksinmeniz yok mu sizin?

“YSK, geliştirdiği yeni bilgisayar programlarıyla sandıklardan gelen oyları değiştirip AKP’ye yazıyor.” Benzeri tümcelerle YSK, olmadık yalanlarla suçlanmakta yıllardır. Bu seçim gösterdi ki YSK’ya giden sandık sonuçlarını olduğu gibi yayımlamakta.

“Anadolu Ajansı, muhalefetin oylarını vermiyor.” tümcesi ise seçim akşamlarının ünlü yalanı. Görüldüğü gibi oy alırsan ilk dakikalardan başlayarak oyların açıklanır, Türkiye haritası kırmızıya boyanır.

Bir diğer yalan ise “Tayyip Erdoğan’ın diktatör olduğu ve koltuğunu seçimle bırakmayacağı” idi. 2019 seçimlerinde AKP ve ortağı MHP; Ankara, İstanbul, Adana, Antalya ve Mersin büyükşehir belediyelerini kaybetti. Bu belediyeler, kavgasız gürültüsüz teslim edildi CHP’li belediye başkanlarına. O zaman “Diktatör olan biri, beş büyük belediyeyi kuzu kuzu teslim eder mi rakibine?” diye sorduk. Usçu bir yanıt alamadık.

Yukarıda başlıca yalanları yazdık. Bunlara benzer onlarca yalan ver. Bu yalanlar, bilinçli olarak çıkarıldı. Kim tarafından? Ülkemizde karışıklık çıkarmak isteyenlerce, yani emperyalist odaklarca. Bu yalanları yayanlar ise FETÖ ve PKK… Muhalif olan birçok kişi, bu yalanlara sarıldı bilerek ya da bilmeyerek. Bazı siyasal parti yöneticileri de başarısızlıklarını örtmek için ne yazık ki bu yalanlara sarıldı.

En çok üzüldüğüm şey ise siyasal parti yöneticilerinin yukarıdaki yalanlara sarılmalarının nedeni, Türk devlet geleneğini bilmemeleri. Cumhuriyet kurumlarının çoğunun hâlâ dimdik ayakta durduğunun farkında olmamaları.

31 Mart seçimleri yalanları çürütmesi bakımından olumludur. Emperyalist odaklara kanıp yalan söyleyenlerden bir vicdan muhasebesi, en azından bir özür beklemek kamuoyunun hakkı. Ama nerde…

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            2 Nisan 2024

BİR SEÇİM ANISI

Yaşamımda ilk anımsadığım seçim, 10 Ekim 1965 genel seçimleri. İlkokula yeni başlamıştım. Babam, başka bir köyde sandık başkanı olduğu için onunla gidememiştim oy kullanılan yere. Seçim sandığı, köyümüzün yıllara meydan okuyan ahşap camisinde kurulmuştu. Ne yazık ki bu tarihsel cami, betonun egemenliğine boyun eğip yok edildi.

Akrabalarımızdan bazı çocuklarla Caminin Yanı’na gittik. Biraz çekingen biraz da utangaç yaklaştım caminin girişine. Köylülerimiz, oy kullanmaya başlamıştı bile. Erkekler ve kadınlar yeni, tertemiz giysilerini giymişlerdi düğüne gider gibi. Erkeklerin çoğu; takım elbise giymişti. Aralarında kravat takanlar göze çarpıyordu. Köyümüzün ileri gelenlerinden bazıları, özellikle de siyasetle ilgilenenlerin fötr şapkaları, ilgimi çekmişti o zaman.

Kadınların nerdeyse hepsi başörtülüydü. Türban dediğimiz baş bağlama biçimi henüz ortaya çıkmamıştı. Genç kızların ve gelinlerin, orta yaşlı annelerin eşarpları biraz geriye doğru bağlandığından perçemleri görünürdü. Eşarpların çoğu temiz ve göz alıcıydı. Bazı kadınların peştemalleri omuzlarında, bazılarınınki ise başlarının arka yanından tülbentlerini kapatacak biçimde durmaktaydı.

Herkesin bakışlarında bir ciddiyet, vakar vardı. Önemli bir görevi yerine getirmenin verdiği sorumlulukla davranmaktaydılar. Camiye girmeden önce aile büyüğü erkekler, özellikle okuryazar olamayan kadınlara partilerin simgeleri üstünden yalın anlatımlar yaparlardı. Bu simgeler de gündelik yaşamadan alınırdı. CHP’liler, partilerini tanımlamak için “Dişli küreğe (dirgene) basacaksın mührü.” diye uyarıda bulunmaktaydılar. AP’liler ise “Atın altındaki boşluğa vur mührü.” diyerek siyasal görevlerini yapmaktaydılar.

O dönemde partilerin bazılarının simgesi hayvandı. Aybar’ın genel başkanlığını yaptığı TİP’in ise simgesi, insan. Başında kasketi, öne doğru adımını atmış bir insan. Bu simgedeki kişi bana hep işçiyi andırırdı. Bu arada bu simgeyi çizenin de ünlü ressamımız Abidin Dino olduğunu söylemeliyim. Babam, 1965 seçimlerinde TİP’e oy verdi. Çevresindekilerden de bu partiye destek istedi. TİP’in simgesini anlatırken hayvana, küreğe mührünü basma; insana oy ver.” diyordu. Bu seçimlerde TİP on beş milletvekili çıkardı. Babamın sandık başkanı olduğu köyden de ilgi çekici düzeyde oy aldı sosyalistlerin partisi. Bu nedenle babamı şikâyet ettiler. Uzun süre soruşturma geçirdi bu yüzden.

O zamanlar seçimlerde aynı akrabadan olanlar toptan aynı partiye oy verirlerdi. Toplu davranmayan az sayıda kişi olurdu. Demek ki kırsal kesimde seçimler, bireylerin özgür iradesiyle yapılamıyordu. Feodal ilişkiler, özgür iradeyi tutsaklaştırıyordu. Seçim, ailelerin birbirlerine üstünlük savaşımıydı aslında.

Oy verenler görevini yapmanın mutluluğuyla ayrılıyordu sandık başından. Öğlene doğru annem, ninem, yengem ve diğer akraba kadınları gelip oylarını kullandılar. Annem, ilkokul mezunuydu. Ona nereye oy vereceğini kimse söylemedi. O da babam gibi TİP’e mührü bastı. Ailemizin diğer kadınları ise dişli küreğe oylarını verdiler.

Annem eve dönerken beni de götürdü yanında. Evde yemek yedirdi bana. Çabucak yedim önümdeki tabaktaki yemeği. Ardından Caminin Yanı’na gitmek için yalvarınca sonunda izin verdi. Benden dört yaş büyük olan amca oğlum Hasan Tahsin’e beni emanet etti. Biz de onunla gittik oy kullanma yerine. Sandıklar açıldı, oylar sayılıyor. Herkesten çok, ben heyecanlıyım. Oy sayımı bana bir oyun, bir maç gibi geldi. Bazı gençlerin ellerinde kalem ve kâğıt her oyda partilerin altına bir çizik atıyorlar. Sonun dek bekledik sayımı.

Sayım bitti. Dişli kürek kazandı bizim köyden az bir farkla. Ben, sağıma soluma bakmadan koştum eve. İçeri girmeden bağırmaya başladım: “Nene, senin dişli kürek kazandı.” diye.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  31 Mart 2024

 

EMEKLİLER, EMEKLİYOR

Emekli; belli bir süre çalışıp emek harcayarak ülkesi ve içinde yaşadığı toplum için üretimde bulunan, zamanı gelince işinden ilişiği kesilerek aylık bağlanan kişidir.

Emekli kişi, çalışırken emeği ve üretimiyle bir yandan toplum yaşamına katkı yaparken diğer yandan da kendi geçimini sağlar. Çalışma yaşamında alınteri dökerken de çoğu zaman geçim sıkıntısı çeker. Onun tüm umudu, yaşululuğa erip emekli olduğunda düşlediği rahat, erinçli, mutlu bir yaşam. Ne yazık ki ülkemizde emeklilerin çoğunun bu düşleri gerçekleşmez. Emekli olduklarında çalışma yaşamında çektikleri ekonomik sıkıntıları büyüyerek sürer.

Emekli, yaşuludur. Eğinsel ve tinsel yorgunluk söz konusu onun için. Yaş ilerledikçe bin bir sorun çıkar karşısına. Sağlığı bozulmaya başlar. Sayrılıklar sökün eder. İnsan yaşamının doğal süreci acımasızca işler emekli için. Onun tek beklediği namerde muhtaç olmadan yaşamak… Bunun yanı sıra çevresindeki kişilerin ona az da olsa değer vermesi, saygı göstermesidir tek beklentisi… Toplumun büyük bir bölümü, özellikle de devleti yöneten siyasetçiler, emekliyi yük olarak görür. Onu banka kapılarında dilenci durumuna sokar vefa bilmeyen, emeğe değer vermeyen hükümet yöneticileri.

AKP Hükümeti önce emekliye sağlık alanında darbe indirdi. Parasız alması gereken bazı ilaçları liste dışı kaldı. Var olanlar için de katkı payı adı altında ödeme alındı ondan eczanelerde. Sayrıevine her gidişinde üç kuruşluk aylığından paralar kesildi. Emekli ne yer ne içer diye düşünen olmadı. Ballı kaymaklı emekli aylıkları alan milletin vekillerinin, hükümet yöneticilerinin umurunda mı emekli? Tok, açın halinden anlamadı.

En düşük emekli aylığı, asgari ücretin altında olamaz; kuralı çiğnendi ayaklar altında AKP tarafından. Emeklinin aylığı, doğru düzgün artırılmadı. Giderek açlık sınırının altında yaşar oldu yıllarca devletine, ulusuna, toplumuna emek veren bu ulu kişiler.

Emekli aylıkları yılbaşında artırıldı. “Yüzde şu kadar olacak.” dendi. Reis Efendi kalıp ekranlara çıktı afrayla tafrayla “Yüzde beş de benden.” diyerek sadakasını koydu emeklinin avucuna. Bu işin kanunu kuralı yok mu? Birilerinin iki dudağı arasında mı milyonlarca emeklinin aylığı, geçimi? Sen, kendi kesenden mi veriyorsun bu yüzde beşi?

“Aslında biz emeklimize çok fazla zam yapacaktık da EYT’liler olunca sayıları çoğaldı. Bütçe olanaklarımız hepsine yetmedi.” diyerek savundu kendini bir hükümet üyesi düşüncesizce. Sen, hükümetsin. Emekli olmanın kurallarını niye değiştiriyorsun? Halk avcılığı yapacağım diye yasaları değiştirip devleti yasasız, kuralsız bir duruma getirdikçe her şeyin içinden çıkılmaz bir hal aldığını görmüyor musunuz? Üstelik devletin hesap kitabı elinizde değil mi? Bütçe olanaklarının EYT’liler için yetersiz olduğunu şimdi mi anladınız? Devleti yöneten birinin elindeki bütçenin neye el verip vermediğini bilmez mi? Bilmezse neden o koltukları işgal eder bu bilgisizler?

Peki, EYT’liler niye emekli olmak için can attılar? Bu soruyu neden sormuyorsunuz kendinize ey cumhurbaşkanı ve yalnızca bakıp görmeyen bakanlar? 2002’de başlayan AKP iktidarları döneminde birçok fabrika özelleştirme adı altında satıldı. Satılan fabrikalar, bir süre sonra üretmez oldu. Çoğu kent merkezlerinde olan bu fabrikalar yıkılıp yerlerine varsıllar için konutlar ve AVM’ler yapıldı. Fabrika işçilerinin çoğu işsiz kaldı. Çok azı ise bu yapılarda bekçi, bahçıvan, temizlik görevlisi oldu. Yeni yetişen gençler çalışacak iş bulamayınca işsizlik ordusuna katıldılar. EYT ile emekli ettiklerinizi işsiz, umutsuz bırakan sizsiniz. Onlara emekli olmaktan başka seçenek sunmayan siz değil misiniz? EYT senin eserin ey Tayyip Erdoğan.

Sadakacı Reis Efendi, emekliye büyük bir iyilikte bulundu. Hakkını yemeyelim. Emeklilerin bayram ikramiyelerini iki bin liradan üç bin liraya çıkardı. Vay be, ne para! Yılda iki dinsel bayramda toplam iki bin lira artış öyle mi? İnsan bunu müjde diye ekranlardan açıklamaya utanır. Ama o açıklar, pişkinlik huy olmuş nasılsa.

Sadakacı, emeklilere az aylık verildiğini bu olanaklarla geçinemediğinin farkında. Önümüzde seçim var. Bir şeyle yapması gerek… Kendisi şark kurnazı ya… Kurnazlıktan başka usçu bir düşünüşü yok! Emeklilere kamu bankalarının üç yıl için alınan aylıklara göre 8-12 bin lira arası promosyon vereceğini açıkladı Sadakacı. Hazret, sözcüğün Türkçesini kullanmaktan özellikle kaçınmakta. Fransızca ve anlamı bilinmez sözcük işine gelmekte. “Özendirme” desen herkes anlasa dediğini olmaz mı? Annenden öğrendiğin anadiline yabancılaşman niye?

Banka özendirmeleri tamam… Ancak bunun da yetmeyeceğinin farkında Sadakacı. Bu kez yeni bir paket daha açıklanıyor. Bu kez Bakan Bey çıkıyor ekrana. Trende, THY’de, cep telefonlarında, Tarım kredi kooperatifi marketlerinde, PTT AVM ve kargoda, sinemalarda, tiyatrolarda… indirim uygulanacakmış. Gören emeklinin kesesine bir şey girmiş sanacak. Uçağa, trene indirimli binip gitti diyelim emekli. Gittiği yerde taş mı yiyecek? Kalacağı yere para ödemeyecek mi? Bu indirimler, sözden öteye gitmez, gerçekçi değil. Ama olsun, yapmış görünüyor ya Hazret, bu yeter. Karşısında da halktan, halkın sorunlarından kopmuş bir muhalefet var nasıl olsa bu göz boyama indirimleri işe yarar.

Emekli; marketlerde çürümekte olan, pörsümüş, çöpe atılacak olan yerde bir kasaya doldurulan meyve ve sebzenin içinden kendince iyilerini seçerek alıyor az paraya. Açık söylemek gerekirse marketlerin çöplerine bile para ödeyerek karnını doyurup yaşamda kalmaya çalışmakta. Umurunda mı Sadakacı’nın? O, çocukluğundan beri sadaka alıp sadaka vermiş. Bu nedenle duygudaşlık nedir, bilmez. Yasalar, kurallar umurunda mı? Adam gibi insanca yaşanabilecek bir aylık öde emekliye de doğru bir iş yap, olmaz mı?

Üretim, üretim, üretim diye diye dilimizde tüy bitti. El alemin, yani emperyalistlerin ağzına bakarak üretimi bitirdiniz. Ülkemizi borç batağına soktunuz. Bu kadar olumsuz deneyimden sonra yine batı bankalarından borç dilenmekten başka bir düşünce geçmiyor usunuzdan. Üretimin değerini anlamanız da olanaksız.

Emekli, emekliyor. Hem de alçaktan sürünerek… Emeklerken ne tutunacağı bir dal ne de güveneceği bir hükümeti var. Açlık sınırının altında geçinmek onun yazgısı… Bu yazgıyı yazan da 22 yıllık hükümetleri döneminde AKP ne adaletli oldu ne de kalkınmacı. Adalet ve kalkınma sözcükleri, parti tabelasında kaldı ne yazık ki.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  29 Mart 2023

 

        

ATATÜRK VE TRABZON


Atatürk, sık sık yurt gezilerine çıkardı. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nda büyük özveride bulunmuş illerimize gitmeyi, halkla söyleşmeyi çok severdi. Emperyalizme karşı başkaldırıda öncü olmuş kentlerimizin onun için önemi çok büyüktü.

Atatürk; 1924, 1930 ve 1937 yıllarında üç kez gitti Trabzon’a. Bu yolculuklarının hepsi deniz yoluyla oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizde karayolu ulaşımı neredeyse yoktu. Demiryolu ulaşım da Ankara’nın batısındaki bazı kentler arasında söz konusuydu. Bu nedenle yurt topraklarında gezmek oldukça zordu. Deniz yolculukları da günlerce sürmekteydi.

Atatürk, Trabzon’a ilk kez 15 Eylül 1924’te geldi. Kent halkı, onu limanda coşkuyla karşıladı.

Atatürk, 16 Mayıs 1919’da ayrıldığı İstanbul’a 1 Temmuz 1927’de gitti ilk kez. 1924’te Ankara’dan trene binip Kocaeli’de iner. Buradan Yavuz zırhlısıyla denize açılır. İstanbul’a uğramadan, Boğaz’a girdi bindiği vapur, Karadeniz’e doğru yol aldı ve bu yolculuk Trabzon limanında son buldu.

“Efendiler, hemen bütün Trabzon halkını, yekpare bir samimiyet kitlesi halinde gördüm. Kadınlarının, çocuklarının, ihtiyarlarının gözlerinde yaş gördüm. Bu ne fevkalade his, bu ne şefkat, bu ne yüksek ahlaktır. İtiraf etmeye mecburum ki, bugünkü gördüklerimin ve hissettiklerimin bu kıymetli memleket ve bu muhterem halk hakkında bende hasıl ettiği fikirleri, kanaatleri, bugüne kadar hiçbir vasıta bu derecede temin edememişti. Emin olabilirsiniz ki, Trabzon’u ve Trabzonluları ziyaret etmek, senelerden beri bende hâkim olan büyük bir arzu ve derin bir özlem halinde idi. Beni bu saadetten bugüne kadar mahrum eden, malumunuz olan ahval ve şartlar idi. Bugün çok mesudum; çünkü, beni, sevdiklerimi görmekten men eden o uğursuz şartlar, tamamen bertaraf edilmişti. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:16, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Mayıs 2005, s. 303)” Görüldüğü gibi Trabzonluların Atatürk’e ilgi ve sevgisi çok büyük. Atatürk’ün halka yatığı konuşmanın yüreğinden kopan sözlerden oluştuğunu söylemeliyim.   

Atatürk, konuşmasını şöyle sürdürür: “Arkadaşlar, beş sene evvel ilk defa Samsun’a ayak bastığım zaman, bana kalp kuvveti veren vatandaşlarımın ilk safında kahraman Trabzonluların bulunduğunu asla unutmayacağım. Büyük kanlı Sakarya Muharebesi’ne 3. Fırka ile yetişen Trabzon evlatlarının muharebe meydanında gösterdikleri fedakarlıkların kıymetli hatırası daima beynimde nakşolmuş kalacaktır. Bu vatanperver halka, o kahraman evlatlara sahip olan bu kıymetli memleketimizi, bir Ermenistan kapısı veya hayal edilen Pontos Krallığı ülkesi yapmak talep ve tehditleri, ne uğursuz idi. Şüphesi o kabuslar, ilelebet hayal olmuştur. (Aynı yapıt, s. 304)”

Atatürk, Trabzonluları savaş alanlarında tanıdı. Trablusgarp savaşıyla (1911) başlayan ve Büyük Taarruz’la sona eren on bir yıllık savaşların içinde bu güzel kentin evlatlarıyla omuz omuza çarpıştı. Yurt savunmasında onlarla ulusun var olma yazgısını paylaştı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’da Atatürk’ü karşılayan Trabzonluların olması övüncümüz.

“Efendiler, vatanın birliğini, hürriyet ve bağımsızlığını temin eden, milletimizi Cumhuriyet idaresine kavuşturan inkılabımız, iktisadi refah ve saadetimizi, medeniyet aleminde layık olduğumuz mevkii de temin edecektir. Bu verimli, ahalisi zeki, müteşebbis, çalışkan olan Trabzon’umuzu, az zamanda dahile şimendiferle bağlanmış, güzel rıhtım ve limanla donatılmış görmek, en büyük emelimdir.

Trabzon, Türk camiasında Cumhuriyet’in, zengin, kuvvetli, hassas, pek mühim dayanak kaynaklarından biridir. Böyle bir Cumhuriyet şehri, elbette lüzumlu gördüğü bütün ümran ve ilerleme vasıtalarına sahip olacaktır. (Aynı yapıt, s. 304)” Atatürk’ün Trabzon’a demiryolu yapılması düşüncesi, ne yazık ki kendisinden sonra ülkemizi yönetenlerce gerçekleştirilmemiştir. Atatürk’ün bu amacını, vasiyetini gerçekleştirmeyen tüm siyasetçileri burada kınıyorum.

Atatürk, 27 Kasım 1930’da yanında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Başyaver Rasuhi Bey’le Trabzon’a ikici kez geldi. Halkın ilgisi yine çok fazlaydı.

         28 Kasım 1930’da Trabzon Cumhuriyet Halk Fırkası üyelerine şöyle selendi Büyük Önder. “Karşımızda birçok fırkalar varmış gibi her gün daha büyük bir faaliyetle çalışmak, fikirlerimizi halk kitlelerinin içine yaymak ve köylere kadar götürmek mecburiyetindeyiz. Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketlerimizin hesabını verebilecek bir vaziyette bulunmak lazımdır. Tasavvur ve faaliyetlerimizde bu kadar hassas ve uyanık bulunmak suretiyle muhalifsiz bir fırkanın sakıncalarını bertaraf etmiş oluruz. (ATABE, Cilt: 24, s. 354)” Atatürk bu konuşmasında tarihe ve dünyaya hesap vermekten söz etmekte. Partiler ve onların yöneticileri, hangi koşulda olursa olsun hesap verme düşüncesini yitirdiklerinde diktatörleşirler, böylece halkına zarar verirler.

         Atatürk, Trabzon’a üçüncü gelişi 10 Haziran 1937’de oldu. 11 Haziran günü Trabzon Valisi Yahya Sezai Bey’e “Uzay” soyadını verdi Gazi Paşa. Çalışmalarını, ona armağan edilen Atatürk Köşkü’nde yürüttü.

         11 Haziran 1937 günü “Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bunları milletime vermekte ferahlık duyuyorum. İnsanın serveti kendi manevi şahsiyetinde olmalıdır. Ben büyük millete daha neler vermek istiyorum. (ATABE, Cilt: 29, s. 262)” diyerek vasiyetini yazmış ve tüm mal varlığını kurduğu devlete, dolayısıyla ulusuna bağışlamıştır. Keşke günümüzde de “insanın servetini, kendi manevi şahsiyetinde” düşünen siyasetçilerimiz olsa. Torbalar dolusu emlak tapuları, banka cüzdanları ortalığa saçılmasa. Manevi şahsiyeti yoksul olan siyasetçi, mal mülk varsılı olmakta.

         Atatürk, görüldüğü gibi Trabzon’da önemli kararlar aldı. Bu kente, yaşamı boyunca güvendi.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            27 Mart 2024