TAHRİK VE TECAVÜZ


“Sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmaz. Tahrikten sonra şikâyet etmen makul değil. Elbette işlenen suç son derece iğrençtir. Lakin bu suçun işlenmesinde dekolte ve tahrik edici kıyafetler giyen kadının da etkisi küçümsenemez.” Bu sözler, bir profesöre ait. Tecavüzcüleri adeta aklayan, kadınları peşinen suçlu ilan eden bir anlayış bu. Bu görüşü, başta kadın kuruluşları olmak üzere birçok kişi ve kurum eleştirdi. Böylesi bir düşüncenin saçmalığı ve tecavüzcüleri cesaretlendirdiği konusunda neredeyse tüm kamuoyu hemfikir.

Ne yazık ki sayıları az da olsa bazı yazarların bu üniversite hocasına destek verdiklerini de gördük. “Cinsel açlığın yaygın ve kadına ulaşmanın zor olduğu durumlarda, sürekli olarak uyarılan erkek, -haram gibi normlara sahip değilse- fırsatını bulduğunda kendisini uyaran -tahrik eden- kadına yönelir, rıza ile karşılık bulamazsa duruma göre saldırır. Erkekler günün her saatinde sokakta, televizyon ekranlarında tahrik edilmektedir. Büyük kentler yüz binlerce cinsel yönden cinsel aç bekâr ve habire tahrik olmakta olan erkekle doludur. Dekolte kıyafetle erkeğin karşısına geçen kadının erkeği tahrik etmediğini iddia etmek deneysel pratiklerce yalanlanmaktadır.” Bu sözler de televizyon ekranlarının vazgeçilmez muhafazakâr yazarlarından birine ait. Tecavüzlerin nedenini yine kadınların giyimine bağlamış. Yine cinsel açlık çeken erkeklerin büyük kentlerde olduğunu belirtmiş yazarımız. Bakalım gerçek böyle mi?

Son aylarda basında çıkan birkaç tecavüz olayını paylaşalım.

“… lisede okuyan on beş yaşındaki bir kızın zorla, çıplak görüntülerini çekerek şantaj yaptı ve tecavüz etti. Kız öğrenci, ardından aralarında güvenlik görevlilerinin de bulunduğu on dört kişinin daha cinsel istismarına maruz kaldı.”

“Edinilen bilgiye göre, ilçeye bağlı (…) köyünde ikamet eden on üç yaşındaki kızla zorla cinsel ilişkiye girdikleri iddia edilen dördü on sekiz yaş altı toplam sekiz kişi, şüpheli olarak yakalandı.”

“…'teki 2 ayrı olayda, ilköğretim okulu öğrencisi on üç ve on dört yaşlarındaki iki kızla cinsel ilişkiye girmekle suçlanan toplam on dört kişi, çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı.”

“… İlköğretim Okulu öğrencisi …‘yı(14) yaklaşık bir yıl süre ile çeşitli zamanlarda alıkoyarak tecavüz ettikleri iddiasıyla on kişi gözaltına alındı. Yaşları 22 ile 43 arasında değişen bu kişiler nöbetçi mahkemece tutuklandı. Olayla ilgili olarak iki kişi de aranıyor.”

“… ’te dört kız öğrenciye iki yıl tecavüz ettikleri iddia edilen yaklaşık yüz kişi ifade verdi, on beş kişi tutuklandı. Tutuklananlar arasında bir milletvekilinin yakını da var, okulun müdür yardımcısı ise ortadan kayboldu.”

“… İlçesinde, dövüldüğü gerekçesiyle tedavi altına alınan bir buçuk yaşındaki kız bebeğe tecavüz edildiği belirlendi. Savcılık duruma el koyarken, olayla ilgili tutuklanan üç kişinin kan örnekleri ile çocuğun iç çamaşırları Adli Tıp Kurumu'na gönderildi.”

“…'da doksan yedi yaşındaki …'nun evine giren hırsız, yaşlı kadının kulağındaki küpeleri zorla aldıktan sonra, defalarca tecavüz etti.”

Bu örnekler çoğaltılabilir, bunlara sayfalar yetmez. Alıntılarda yer ve kişi adlarını yazmadım. Çünkü bu iğrençliklerin nerede yaşandığı değil, olaylar önemli. Ancak bu olayların yaşandığı yerler, küçük yerleşim yerleri. Üstelik de günlük yaşama muhafazakârlığın damgasını vurduğu kasabalar, küçük kentler. Bu olayların mağdurları dekolte giyinen yetişkin kadınlar değil. Hepsi savunmasız çocuklar, bir tanesi de bir nine. Üstelik tecavüzcülere bakıldığında da karşımıza genellikle evli barklı, çoluk çocuklu, mevki makam sahibi kişiler çıkıyor. Bu durum düşündürücü değil mi?

“Eski PKK'lı otuz üç yaşındaki Y.G. makilik alanda keçiye tecavüz etmek isterken suçüstü yakalandı.”

“Bir siteye su götüren su dağıtıcısının asansörde boş damacanayla mastürbasyon yaptığı tespit edildi.”

Şimdi sormak gerek bu sayın profesöre ve köşe yazarına: Bir buçuk yaşındaki bebeğin, örtündüğü için yalnızca burnu görünen ninenin, dağdaki keçinin, boş damacananın neresi dekolte ve tahrik edici?

“Dekolte tartışmasını saptırıcı bir tartışma olarak görüyorum. Çünkü sadece dekolte giyen kadınlar değil, son derece kapalı giyinen kadınlar da tacize uğrayabiliyor, uğruyor. Bunun için önümüzde hac örneği var... Bu, kadınların örtülü ya da açık olmasıyla alakalı bir şey değil. Hacdan dönen kadınlar oradaki yerel halktan erkeklerin mimiklerle, el kol hareketleriyle tacizine uğradıklarını anlattılar yakın zamanda. Orada şofördür, satıcıdır... Kadın güvenliği konusunda önemli bir problem var. Orada, hiçbir kadın taksiye binemez. Çünkü başına ne geleceği belli değil; kaçırılır mı, tacize mi uğrar...” Bu sözler de ilahiyatçı bir bayan yazarımıza ait. Akılın yolu birdir, ne kadar doğru tespitler, yoruma gerek bırakmıyor. Eğer bir ibadet yerinde dinsel amaçla örtünmüş kadınlara bu kadar yaygın taciz oluyorsa, o zaman sorgulanması gereken nedir?

Kadının başlık parasıyla satıldığı, her türlü politika ve ahlak anlayışının kadın üzerinden yürütüldüğü, kadının kişiliğinden çok dişiliğinin konuşulduğu bir toplumsal yapının değişmesi gerekmez mi? Sanat, kültür, bilim ve sporla ilgilenmeyen, düşküleri olmayan insanların bulunduğu bir toplumda sapkınlıkların olmasına şaşmamak gerek. Toplumsal yaşamın her alanında kadınla erkeğin ayrıştırıldığı bir düzenin sonucu değil mi bu yaşadıklarımız? Kadınla erkeği birbirine düşmanmış gibi algılatan bir anlayışın nasıl bir toplumsal doku yarattığı da ortada.

Böylesi düşüncelerin sınırı yoktur. Taliban örneğinde olduğu gibi kadınların topuklu ayakkabı giymesinin yasaklanmasına kadar gider bu durum. Çünkü tahrik sözü görecelidir. Kişiye, topluma, yere ve zamana göre değişir. Bunu yukarıda verdiğimiz örneklerde de görmekteyiz. Eşeğe “milli gelin” denen bir toplumda başka söylenecek söz kalıyor mu acaba?

Tecavüz olayları karşısında en çok üzülmesi ve utanması gereken bu toplumun erkekleridir. Erkek cinsini her şeyden tahrik olan; duygularını, nefsini kontrol edemeyen garip yaratıklar gibi gösteren bu anlayış kınanmalıdır. Düşünceyi ve namusu iki bacağın arasına sıkıştıran bir anlayış terk edilmeli. Her fırsatta Cumhuriyet’in getirdiği modern kurumlara ve yaşam tarzına saldırıyı marifet belleyen birtakım kişilerin, ülkemizin toplumsal gelişmesine zarar verdiklerini anlama zamanı çoktan gelmiştir. Toplumun modernleşmesinin kötülüklere neden olduğu gibi bir görüş, feodal gerici anlayışın kokuşmuş zihniyetini aklama gayretidir. “Muhafazakârız” diye diye hem kadını hem de erkeği köleleştiren, onları tek kanatla uçmaya zorlayan bir düşünceden kurtarmalıyız kendimizi.

23 Şubat 2011

Not: 28 Şubat 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

KAYIKÇI KAVGASI


“Suçlamaların ne olduğunu bilmiyorum. Türkiye özgür bir basın istiyor. Muhalif de olsa Türk halkı eleştiren basın istiyor. Muhalefet de hükümet de özgür basını desteklediğini söylüyor. Biz sadece bu süreci yakından izliyoruz. Bir yanda gazeteciler gözaltına alınıyor, bir yanda basın özgürlüğü deniyor. Biz anlamıyoruz onun için sizlere soruyoruz. Türklerin görüşleri önemli. Ama ifade ve basın özgürlüğü Türkiye, ABD ve bölge için hayati öneme sahip.” Bu sözler, ABD Ankara büyükelçisinin Oda Tv baskınından sonra söyledikleri. Ardından Washington’dan yapılan açıklamayla bu görüş desteklendi. Gören, duyan, okuyan da zannedecek ki ABD ülkemizin demokratikleşmesi için can atıyor.

Ülkemizde seçimlerin yaklaştığı bir dönemdeyiz ve AKP’nin işi zor. Ekonomi berbat, işsizlik almış başını gidiyor, adalet sistemi can çekişiyor, terör pusuda, yolsuzlukla zengin olmak revaçta, sağlık sistemi çöküşte, devlet kurumları hükümet eliyle kan kaybediyor. Eğitim mi? Yakında bakanlığa bile gerek kalmayacak. Çünkü olmayan bir şeyin bakanlığına ne gerek var? Bu olumsuzluklara karşı toplumsal öfke büyümekte. İktidar partisi, sandıkta kalabilir. O halde ona bir yaşam öpücüğü gerek. O da eş başkanlık nedeniyle küresel güçten geliyor.

2007 seçimleri öncesi de benzer bir durum vardı. Cumhuriyet mitingleriyle zorlanan AKP’ye destek, 27 Nisan bildirisiyle gelmişti. AKP sözcüleri dört koldan demokrasi nutukları atarak seçimler öncesi gündemi değiştirerek iktidarlarını perçinlemişlerdi. Bu sözcüler, kendilerini tankın üzerine çıkmış Yeltsin zannettiler. Şimdi de benzer bir oyun sahneleniyor. ABD, iktidar partisine pas atıyor. AKP sözcüleri de bu pası iyi değerlendiriyor.

Türkiye kamuoyu, ABD’den en çok nefret eden ülkeler sıralamasında dünyada ilk sırada. Demokrasimize dış müdahalelerin halkımızın tepkisini çekeceği çok açık. Hele bu Amerika olursa tepkiler katlanarak büyür. Seçim öncesi tartışmalar bu yöne kayar, gündem değişir. Böylece de AKP’nin iktidarı sürer, RTE’ye başkanlık yolu açılır.

ABD büyükelçisinin bu açıklamalarını fırsata dönüştürmesi gereken CHP’dir. Emperyalizmle savaşmak için kurulmuş olan bir parti, ABD’nin ülkemizdeki siyaseti yönlendirme ve yapılandırma çabası karşısında en sert tepkiyi göstermeli. Halkın, ABD karşıtlığı da düşünülerek yapılacak siyasal manevralar, AKP’yi zor durumda bırakabilir. İktidar partisinin okyanus ötesi ilişkilerini, danışıklı dövüşlerini tartışmaya açmak ulusumuzun takdirini toplayacağı gibi, küresel tuzakların bozulması için de iyi bir fırsattır. Böylesi bir çıkış, RTE’nin Ortadoğu’daki popülaritesini de ortadan kaldırır. Hem bizim hem de komşularımızın özgürleşip demokratikleşmesi için yeni ufuklar açar.

Seçimler yaklaştıkça iktidarın küresel dostlarından benzer açıklamalar gelebilir. Muhalefetin bu oyunu ters döndürmesi gerek. Bu bir kayıkçı kavgası… Türkiye bu oyuna gelmemeli.

Bizim ABD telkinleriyle kurulacak bir demokrasiye ihtiyacımız yok. Gölge etmesinler yeter… Üstelik ABD’nin demokrasi ihracının nasıl olduğunu Irak’ta kanlı ve canlı olarak gördük.

CHP başta olmak üzere tüm muhalefet partilerinin, Türkiye’nin esenliğe çıkması için çaba göstermeleri gerek. Bu da ülkemiz ve bölgemiz üzerindeki küresel oyunları boşa çıkararak olacaktır.

2007 genel seçimlerini Yaşar Paşa’nın bildirisi, 2009 yerel seçimlerini “one minute” ile kazanan AKP’ye benzer bir fırsat verilmemeli. Cumhuriyet tarihimizin en antidemokratik iktidarına, demokrasi zırhına bürünme fırsatı tanınmamalıdır. Ülkemizin Yeltsinlere değil, Mustafa Kemallere gereksinimi vardır.

19 Şubat 2011

Not: 21 Şubat 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com’ dan okuyabilirsiniz.

SİZİ GİDİ SAHTE DEMOKRATLAR SİZİ!


Son yıllarda bazı köşe yazarları demokrasi havarisi kesildiler. İşgal ettikleri gazete köşelerinde ve kapı kapı gezdikleri ekranlarda ülkemizin AKP iktidarıyla demokrasi ve özgürlükler alanında nasıl geliştiğini anlatıp durdular. Düşünce ve inanç özgürlükleri alanında AB standartlarını yakaladığımızı ballandıra ballandıra yüksek perdelerden haykırdılar.

Demokrasi ve özgürlük nutukları sürerken toplumun her kesiminden haksız yere tutuklananları ise peşinen mahkûm etti sevgili demokratlarımız. Muhalif basının susturulmasına yönelik baskıları ise açıkça desteklediler, “demokrasi(!)” adına. En son Oda tv’ye baskın yapılarak dört yöneticisi gözaltına alındı. Önemli bir muhalif sesin susturulması karşısında basın organları ikiye ayrıldı. Yandaş yazarlar, gözaltıları alkışlayarak karşıladılar. Gerçi bazı köşe yazarlarının, muhalif meslektaşlarını ihbar ettiklerini de gördük ne yazık ki.

Oda tv baskınından sonra bazı “demokrat(!)” yazarların demokratça(?) yazılarından bazı bölümleri paylaşalım. (Bu yazarların adlarını ve gazetelerini onlarla muhatap olmamak adına yazmayacağım.)

“Bir internet sitesinin yöneticilerinin tutuklanmaları, bu sitede yapılan yayınlarla, yani basın hürriyetiyle ilgili değildir. Bu kişiler, Ergenekon üyesi olmakla suçlanarak tutuklanmışlardır.” Bu sözler, eski bir bakan şimdilerin köşe yazarı, her ağzını açtığında demokrasinin nimetlerinden bahseden bir muhtereme ait.

“Kendilerini düşmana saldıran askerler olarak görüyorlar. Kurşun yerine yalan, el bombası yerine çamur atıyorlar. Hakaretleriyle süngülüyorlar.” Burada sözü edilen Oda tv yöneticileri.

“Sakın ola inanmayasınız bu safsatalara! Çünkü hepsi palavra! Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltında olan Soner Yalçın'ı bu noktaya getiren mesele muhalif gazeteciliği falan değildir! Onu bugün adaletin terazisine oturtan tek neden vardır. O da kötücül kalbi ve her daim tetikçi gibi kullandığı o pis kalemi! Mutluyum. Çünkü şimdi yıllarca kalemini neden bir silah gibi kullandığının, hizmet ettiği karanlık güç ve düşünceler için tehlike arz eden herkese neden bel altı vurduğunun hesabını verecek adalete!”

Son yılların keskin dönemeçleri ustalıkla dönen ünlü bir medya yıldızı ise kısacası “Su testisi, su yolunda kırıldı.” diyor. Bu “özgürlükçü” yazarımız, RTE’ye internet medyasının da sansürlenmesi önerisini getiren kişi.

Yandaş yazarların konuyla ilgili sevinçler sayfalar alır. Biraz da takdirle karşıladığım birkaç yorumu paylaşmak isterim.

“Dün NTV’deki Yazı İşleri programında da söylediğim gibi, Oda tv adlı internet sitesinin polis tarafından basılması ve sahibi Soner Yalçın ile üç çalışanının gözaltına alınması basın ve ifade özgürlüğüne indirilmiş çok ağır bir darbedir. Oda tv ve Yalçın’ın muhalif duruşları yüzünden bu operasyonun yapıldığı yolundaki, her geçen gün daha da güçlenen kanaatin savcılar (ve polisler) tarafından nasıl bertaraf edilebileceğini açıkçası kestiremiyorum.
Hemen hemen aynı zamanlarda gazeteciliğe başladığımız Soner Yalçın ile kelimenin gerçek anlamıyla ‘ayrı dünyaların insanları’yız. Yıllar boyunca temel birçok meselede zıt görüş açılarına sahip olduk. (Ruşen Çakır, Vatan, 15.02.2011)”
“Ben tanıdığım Soner Yalçın'ı anlatma ihtiyacı hissettim. Çünkü bu operasyonlarda farklı isimler farklı şekilde gözaltına alınıyor ve haber bombardımanı başlıyor. İnsanlara farklı kimlikler oluşturuluyor. Kızgınlığınız, kininiz olabilir, kişisel olarak sevmeyebilirsiniz. Ben kurdum Oda tv'yi, ama son günlerde Oda tv'nin yayın çizgisini beğenmiyordum. Sevmeyebilirim ama her gün bakıyorum ne yazmışlar diye. (…) Ben 3 yıldır görüşmüyorum. Bu programı eleştiriyordu siteden. Oda tv'de bu program için yazmadığı şey kalmamıştı. Ben hatırlıyorum. Ama mesele kişiler meselesi değil. (Cüneyt Özdemir)”
Bu iki alıntı tarafsız, demokrat yazarlığın nasıl olacağı konusunda güzel bir örnek. Ben de okuru olduğum Soner Yalçın’ın tüm görüşlerine katılmıyorum. Hürriyet’te Pazar günleri çıkan yazılarını hep okumaya çalışıp bilgilenirim. Savaşların bile bir kuralı vardır: Yere düşene, yaralanana, tutsağa kılıç kalkmaz.
“Düşüncelerinize katılmıyorum. Ancak bu düşüncelerinizi özgürce savunabilmeniz için canımı bile vermeye hazırım. (Voltaire)” İşte, demokratlığın da özgürlüğün de kıstası bu olmalı. Gerçek demokrat, beğenip desteklemediği düşüncelere de saygı gösterendir.

Bizim demokratlarımızsa yalnızca kendilerine demokrat. Kendileri özgür olduktan sonra başkaları tutsak olmuş umurlarında mı?

17 Şubat 2011

Not: 21 Şubat 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

KIBRIS FEDA MI EDİLİYOR?


Son günlerde hükümetle Yavru Vatan arasında soğuk rüzgârlar esiyor. Hükümet kanadının sert, küçük düşürücü, düşüncesiz açıklamaları Kıbrıslı soydaşlarımızın yüreklerinde derin yaralar açıyor.

Bu duruma nasıl gelindiğini anlamak için olayların gelişimine kısaca bakmak gerek. AKP hükümeti, Annan planıyla Kıbrıs’ta taviz vermeye hazır olduğu imasını taraflara hissettirmişti. Planın halkoylaması sürecinde, bugünün protestocularıyla AKP arasından su sızmıyordu. Sayıları az da olsa Türkiye’nin, Kıbrıs duyarlılığından rahatsız olan ve Rum tezlerine yakın duran bu kesim, Ankara’dan pompalanan liberal rüzgârlarla ve AB masallarıyla yelkenlerini şişirdiler. Ada’daki Türk Ordusu’nun varlığını işgalci gibi gösteren Rum tezleri bu süreçte güç kazandı. TSK karşıtlığı, Türkiye’de tam gaz ilerlerken KKTC’nin bu durumdan etkilenmemesi düşünülemez. Ülkemizdeki yandaş ve liberal yazarlardan bir bölümü her gün ekranlardan TSK’nın Kıbrıs’ta işgalci olduğunu “demokrasi(!)” nutuklarının başköşesine yerleştirirken Kuzey Kıbrıs’ta azınlık da olsa bir kısım insanın bu rüzgâra kapılması olağandır. Eğer siz, demokrat olmayı, ordu karşıtlığıyla özdeş tutarsanız ulusal davalarınızdaki TSK varlığını da anlatamazsınız.

Ankara ile KKTC hükümeti “ekonomik tedbir protokolü” imzalıyor. Kıbrıslı muhalifler (ki Annan planındaki “Yes be annem”ciler) buna karşı çıkıyorlar. Seslerini de “Toplumsal Varoluş Mitingi” ile duyuruyorlar. Olanlar da burada oluyor. Bazı göstericiler, “Has…tir Türkiye” pankartı taşıyorlar. İşte, bu, bardağı taşırıyor. Böylesine hakaret içeren bir söylem oradaki soydaşlarımıza hiç yakışmadı. İnsanların bir şeyi protesto etmeleri haklarıdır; ama hakaret ve küfür çağdaş toplumların başvuracağı yöntemler değildir. Bu nedenle bu söylemi ayıplıyorum.

RTE’nin bu küfür karşısında tepki vermesi olağandı, ancak Kıbrıslı Türklerin tümünü üzecek bir söylemde bulunması ise yanlışın en büyüğüdür. “Türkiye’den beslenenler!” sözü kırıcı olduğu kadar da sorumsuzcadır. Devlet yöneticileri sokaktaki adam gibi konuşamaz. Konuştuklarını iyice tartıp söylemeliler. Ağızlarından çıkacak her sözün, tarihe bir not düştüğünü bilmeliler.

RTE’nin bu kırıcı sözünün bir talihsizlik olduğunu düşünürken bir başbakan yardımcısının “Cuma günü küfrettiler, pazartesi günü parayı aldılar.” demesi ise hükümetin Kıbrıs’a bakış açısının bir göstergesi olsa gerek.

Kıbrıs, ülkemizin ulusal davasıdır. Kıbrıssız bir Türkiye Doğu Akdeniz’den soyutlanır. Denizlere kapalı bir kara ülkesi olur. Denizlere açılamayan ülkelerin büyük devlet olma iddiaları da sona erer. Boğazlara sahip bir Türkiye, Doğu Akdeniz’i de kontrol altında tutmak zorundadır. Bugün Kıbrıs’a her türlü yardımda bulunuyorsak bunun nedeni oradaki soydaşlarımızın can güvenliklerini, varlıklarını savunma amacı taşıdığı kadar, ülkemizin ulusal çıkarlarını da korumak içindir.

Ulusal çıkarlar, davalar ve konular parayla ölçülemez. “Kıbrıs’ın parasal getirisi yok, bu nedenle de oraya yaptığımız maddi yardım boşa gidiyor.” gibi bir anlayış kabul edilemez. “Bazı illerimiz neredeyse hiç vergi ödemiyorlar, ama oralara çok fazla kaynak aktarıyoruz.” biçimindeki bir düşünüş nasıl sakat ve yanlışsa Kıbrıs konusundaki bu tarz söylemler de aynı derecede akıl dışıdır. KKTC’ye yapılan yardımın her kuruşu helaldir. Uluslararası bir ambargonun altında zorluklar içindeki soydaşlarımıza yardımcı olmamız, hem insanlık hem de ulusal görevimizdir.

“Türkiye’den beslenenler!” sözü, geri feodal bir anlayıştan kaynaklanmakta. Aynı zamanda bizim geleneksel görgü anlayışımıza da ters düşmekte. “Sana yardım ediyorum, bana karşı konuşamazsın.” düşüncesi; insan hakları, özgürlükler ve demokrasiyle bağdaşmaz. “Bir elinin verdiğini öbür elin görmesin.” atasözünü unutmamak gerek. Bu; bir âli cenaplığın, erdemin, cömertliğin, insana saygının ifadesidir. İnsanların onurunu kırmak kadar kötü bir şey yoktur yaşamda. Aynı davranış biçimini işçi, memur, öğrenci ve çiftçilerin hak aramaları karşısında da gösteriyorlar. Kısacası, kaşıkla verip sapıyla göz çıkarıyorlar.

Hükümet yetkilileri, sorumsuz ve bilinçsiz söylemleriyle Kıbrıs davasında karşıtlarının tezlerine haklılık kazandırır. Yakında “işgalci Türkiye” söylemlerinin geniş bir koro tarafından seslendirilebileceği olasıdır. Türkiye, böylesi tavırlarla kendi kalesine gol atar. Kıbrıs konusundaki kazanımlarımız uzun, zor bir yolda sabırlı, akılcı politikalarla oldu. Sorumsuzca yapılan açıklamalarla da bu kazanımlar harcanamaz. Bu ulusal davaya sahip çıkmak için, Kıbrıs’ta radikal irticacı bir örgüt mü olması gerekir? Kıbrıs’taki soydaşlarımızın Hamas, Hizbullah kadar değeri yok mudur hükümet nezdinde?

Kıbrıs, Annan planıyla başlayan bir sürece dayalı olarak feda mı ediliyor yoksa? Ortadoğu’ya düzen vermeye çalışırken yüzyıllık bir dava görmezden mi geliniyor. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan mı oluyoruz?

10 Şubat 2011

Not: 14 Şubat 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

KAZA MI, CİNAYET Mİ?


3 Şubat günü haber kanallarından birini izlerken Ankara’da patlama olduğu alt yazısı geçti. Az sonra ölü ve yaralıların olduğu haberi verildi. Derken patlamanın bir kaza sonucu olduğu bilgisi paylaşıldı. Ankara’da kâğıt üzerinde yetkili kim varsa hepsi kaza yerindeydi ve kazayla ilgili bilerek ya da bilmeyerek konuşuyorlardı. Bu kadar çok kameranın olduğu yerde konuşmamak olmazdı! Özellikle siyasal geleceğini(?) sağlama almak isteyenler için bu bir fırsattı.

Kamuoyunu bilgilendirmek için açıklama yapan kişilerin, ekran başındakilerden daha az bilgiye sahip olduklarını görmek, ülkemizdeki cehaletin ne düzeyde olduğunu anlamak açısından önemli. Ölü sayısı konusunda bile her dakika çelişkili açıklamalar yapıldı yetkililerce. Morga taşınan ölüleri, hastaneye götürülen yararlıları saymaktan aciz kişilerin, devletin sorumlu makamlarını işgal etmeleri anlaşılamaz bir durum.

Birinci patlamanın külleri soğumadan aynı gün içinde ikincisinin haberi geldi Ankara İvedik’ten. İki patlamanın nedeni de aynıydı. Oksijen tüplerinin patlamasından meydana geldikleri açıklandı. On yedi yurttaşımız yaşamını yitirdi bu iki kazada( Yurttaşlarımıza Tanrı’dan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum.). Onlarca yurttaşımız da yaralı. (Yazının yazıldığı sırada bir yurttaşımız hâlâ enkaz altındaydı.)

Kazada enkaz altında kalan çalışanları kurtarmak ise tam bir çaresizlik örneği. Başkentte meydana gelen bir kazanın enkazından bile yirmi dört saat içinde insanlarımızı çıkaramıyorsak vay olsun halimize. Kurtarma konusundaki yetersizliğimiz tam gaz sürüyor. Deprem ve sel felaketleriyle maden kazalarında da durum aynı değil mi? Yurttaşımız kaderine terk edilmiyor mu? Sonra da hükümet yetkilileri çıkıp “her şey takdir-i ilahi” demiyorlar mı?

Çağdaş yöneticiler ve toplumlar, olaylardan ders çıkarır. Yurttaşının can güvenliğini sağlamak için elinden geleni yapar. Bu konudaki denetimler zamanında yapılır. İş ve can güvenliği olmayan işyerlerinin çalışmasına izin verilmez. Denetim konusu ülkemizde sadece kâğıt üzerinde yapılan bir şey. Denetleyen dosyaya bakar; “Bunlar, bunlar var mı, var. O zaman işlem tamamdır.” Uygulamada ise her şey fos çıkar. Bazı iş yerlerinde yangın merdiveni bulundurma zorunluluğu var. Bir bakarsınız, merdivenin üstü var, altı yok. Hem de en işlek caddelerde. Buna en iyi örnekse bir Karadenizli yurttaşın yaptığı tahtadan yangın merdiveni. Bu ya bir ironi ya da vurdumduymazlık…

Önlem yok, kurtarma çalışmaları yetersiz. Zaten denetim konusunda kurumlar sorumluluğu birbirlerine atıyorlar. Popülizmin kıskacındaki siyasal iradenin sorumluluk üstlenmek gibi bir tavrı da yok. “Adamın işini görelim, memnun edelim de nasıl olursa olsun.” mantığı bilimsel kuralları, yasal zorunlulukları alt üst ediyor. İnsanımız Allah’a emanet. Zaten işyerlerimizin duvarlarında da aynı şey yazmıyor mu?

Yönetim ve denetim hatalarının yanı sıra eğitimsiz çalışanların durumu ise başka bir acıklı durum. “Hangi iş olursa yaparım.” diyen çaresiz, işsiz, bir dilim ekmeğe muhtaç insanımızın bu hali içler acısı.

Kazanın ateşi soğuduktan sonra RTE ekranlara çıkıp bir takım dinsel yuvarlak sözler ederek her türlü önlemin alındığını, ama yine de kazaların önlenemediğini anlatacak. Hatta bu tür işlerin doğasında kazanın var olduğunu belirtecek. Sonra da ailelere “Dinimize göre kazada ölenler şehittir.” diyerek ve kendilerine her türlü yardımın yapılacağı sözünü vererek konuyu kapatacak.

Kazalarla ilgi soruşturmalar, teknik incelemeler yapılacak, müfettişler görevlendirilecek. Sonuç mu? Sorumluluğu olan tüm yetkililer sorumsuz olacak. Ya bir tüp ya da elektrik kontağı suçlu ilan edilecek.

Kimse de başbakana iş kazalarında neden Avrupa birincisi, dünya üçüncüsü olduğumuzu sormayacak. Tüm Türkiye Mısır’ın kurtarıcılığına soyunan RTE’yi alkışlayacak. Hem de elleri patlayıncaya kadar. Oksijen tüplerinin patlaması önemli mi? Artık, bu tür kazalar sıradanlaştı.

Yıllardır süren ihmaller nedeniyle yurttaşlarımızın göz göre ölüme sürüklenmeleri kaza mı, cinayet mi? Ne demek gerektiğine kamuoyunun karar vermesi gerek.

Kendi insanına değer vermeyen yöneticiler, dünyaya insanlık dersi vermeye kalkışıyorlar. Ne garip değil mi?


5 Şubat 2011

Not: 7 Şubat 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

MISIR


Ünlü tarihçi Heredot: “Mısır Nil'in bir armağanıdır.” sözüyle Mısır’ın eski çağlardaki önemini belirtir. Dünya uygarlığının boy atıp geliştiği önemli bir yerdir Nil’in suladığı bu verimli toprak. Tarih boyunca önemli siyasal ve kültürel değişimlerin yaşandığı Mısır, üç kıtanın merkezinde stratejik önemi yüksek bir ülkedir. Helen istilasında Helenistik bir kültürün egemen olduğu Mısır, Müslüman Arapların işgalinde ise Araplaşan bir değişimin coğrafyasıdır.

Türklerin uzun süre egemen olduğu bir yerdir burası. İlk defa Türkiye adı Memluklar döneminde bu topraklarda kullanıldı (Memalik-i Türkiye). Yıllarca Baharat Yolu’yla dünya ticareti bu toprakları mesken edindi. Yüzyıllarca Türkler tarafından yönetilmesi nedeniyle tarihsel, kültürel bağlarımızın çok güçlü olduğu yadsınamaz bir gerçek.

Günümüzde Ortadoğu’nun üç güçlü Müslüman ülkesi var: Türkiye, İran ve Mısır. Bölgenin diğer önemli aktörleri ise ABD ve İsrail’dir. Bu coğrafyadaki siyasal gelişmeler, sözü edilen ülkelerin siyasal duruşları ve bölgesel etkileriyle orantılı olarak değişip biçimlenecektir. Ortadoğu’yu önemli kılan dünya enerji kaynaklarının merkezi olmasıdır. Enerjinin dünya ekonomisindeki vazgeçilmez önemi, bölgeyi sanayileşmiş zengin ülkelerin rekabet alanı yapmakta. Bu rekabet, doğaldır ki güç mücadelelerini ve sonucunda da çatışmaları körüklüyor. Arap-İsrail uyuşmazlığı ise bölgede çözülmesi gereken önemli bir kördüğüm.

İsrail Devleti’nin kurulması (1948), bölgede Arap-İsrail savaşlarının da başlamasına neden oldu. Bu çatışma ortamı göstermiştir ki, Mısır olmadan savaş da barış da olmuyor Ortadoğu’da. Bu nedenle kilit ülkedir Mısır. Buradaki siyasal değişimler, bölgedeki gelişmeleri olumlu ya da olumsuz yönde etkileyecektir. Ülkemizin de bu gelişmelerin dışında kalması düşünülemez.

Tunus’ta yönetime karşı başlayan isyan beklenildiği gibi hızla bölgeye yayıldı. Alevler Mısır’a sıçradı. Kahire ve diğer kentlerde günlerdir Mübarek’e karşı gösteriler sürüyor. Müslüman ülkelerde Türkiye hariç laiklik ve demokrasi yok. Göstermelik seçimler yapılıyor, bunu da bazıları demokrasi sanıyor. Özellikle Arap ülkelerindeki çağdışı yönetimler dikkat çekici. İslam ülkelerinin hiçbirinde Atatürk Devrimi’ne benzer bir çağdaşlaşma projesi de görülmemekte. Denetimsiz, keyfi, dışa bağımlı, çağdışı yönetimler ülke kaynaklarına sahip çıkamıyor; gittikçe artan yolsuzlukları önleyemiyor. Yolsuzluğa, sömürüye dayalı ekonomik yapı halkın gittikçe yoksullaşmasına neden olmakta. Hızlı nüfus artışı da yoksullaşmanın bir başka nedeni. Bu ülkelerdeki yoksul genç nüfus patlamaya hazır bir bomba. Dünyada solun güç yitirmesiyle muhalif hareketlere dinsel düşünceler egemen. Ortak slogan ise: “Çözüm İslam’da!”. Televizyonlardan göstericilere bakıldığında çeşitli kesimlerden insanların bulunduğu görülmekte. Şimdilik gösterilerin lideri olarak hiçbir kişi ve örgüt ortalıkta görünmüyor. Mısır nüfusunun yüzde kırkının günde ortalama iki dolar kazandığı düşünüldüğünde, ülkedeki yoksulluğun boyutu ortaya çıkıyor. İnsanların ekmek ve özgürlük isteği ne yazık ki çok bilinçli ve örgütlü değil. Bu koşullarda en güçlü siyasal grup olan Müslüman Kardeşler Örgütü’nün öne çıkmayışı ilginçtir. Neden mi?

Mısır, diğer bölge ülkeleri gibi petrol zengini değil. Sanayisi gelişmemiş. Tarım, turizm önemli geçim kaynakları. ABD yardımları ile ayakta durabilen güçlü bir ordu var. Kısacası Mısır, dünyayla iyi ilişkiler kurup ticaret yaparsa ayakta durabilir. Bu nedenle İran benzeri bir rejimin ayakta durması olanaksız. Üstelik böyle bir macera, halkı daha da yoksullaştırır. Şeriata dayalı olası bir yönetimin halkın yoksulluğunu gündemden kaldırmak için yapacağı tek şey İsrail’le çatışmak ya da bölgenin zengin ülkelerini düşman gösterip onlara saldırmak. Böylesi bir durum ise felaket. İşte, Müslüman Kardeşler’in bildiği gerçek bu.

Türkiye; tarihsel, kültürel, stratejik nedenlerle bölgedeki gelişmelere kayıtsız kalamaz. Baştan beri Türk kamuoyu bölgedeki gelişmelerle yakından ilgili. RTE ile Obama arasında telefon görüşmesi yapıldıktan sonraki AKP grup toplantısına Mısır konusu damgasını vurdu. Erdoğan, bir “demokrasi kahramanı(!) olarak Mübarek’e çekil çağrısı yapıyor. Akşam saatlerinde ise ABD sözcüsünün aynı doğrultuda açıklaması geliyor. Çok geçmeden Mübarek, Eylül’deki seçimlerde aday olmayacağını söyledi. Ardından kameraların karşısına geçen Obama, Mübarek'le yaptıkları görüşmede “Mısır'da barışçıl ve sakin bir iktidar değişikliğinin hemen şimdi başlaması gerektiğinin altını çizdiğini” söyledi. Kırgızistan gezisindeki RTE; “Artık Mübarek'ten çok daha farklı bir adım atması bekleniyor. Halkın beklentisi bu. Oradaki bir demokrasi uygulamasının çok kısa bir sürede başlaması için de şu andaki mevcut yönetim güven vermiyor.” Açıklamalara bakınca Obama ve RTE’nin “demokrasi aşkının” nasıl da belirleyici olduğu görülmekte.

Ülkesindeki en küçük protestoya, gösteriye, hak arama mücadelesine, eleştiriye dayanamayan ve bunlara karşı en sert müdahalelerin yapılmasından çekinmeyen RTE’nin bir demokrasi ve özgürlük kahramanı olarak öne çıkması anlaşılmaz bir durum. Ne güzel değil mi? Kendi meydanındakilere biber gazı, Arap meydanlarındaki halka ise destek... Yurt gezileri öncesi gösteri yapma olasılığı olan yurttaşları önceden gözaltına aldırt, ondan sonra kalk, dünyaya demokrasi dersi ver. Bir yandan Ortadoğu’da “ılımlı İslamcı” politikaların egemen olması için önemli bir hamle, öbür yandan ise büyük bir seçim yatırımı. Bir taşla iki kuş vurmak da buna denir.

Hele ithal lider adayı El Baradey’in Mısır sokaklarında görülmesi, bu hareketin sonuçlarıyla ilgili tereddütler yaratmakta. Ekmek ve özgürlük için sokakları dolduran bu insanlar neden ithal liderlere mahkûm oluyor? Çünkü Mısır toplumu örgütsüz. Özgür bireylerin olmadığı ülkelerde bilinçli toplumsal hareketler beklemek olanaksız. İşbirlikçi, çağdışı yönetimlere karşı eylemlerde antiemperyalist bir söylemin olmaması ise düşündürücü. Bu nedenledir ki Mübarek gider, yeni bir diktatör gelir. Böylesi bir anlayışla da toplumun ileriye doğru evrimi devrime dönüşmez. Kamuoyumuzda her isyan hareketini devrim olarak nitelemek de bir kavram kargaşasına neden olmakta. “Devrim” sözcüğünün anlamını da devrimlerin tarihsel önemini de gölgelemekte bu.

Mısır’ın hemen dibindeki ülke Sudan bölünme sancıları yaşamakta. Güney’i ayrılıyor. Demokrasi aşığı RTE’nin, kardeşim dediği El Beşir’in yoksul ülkesi sıkıntıda. Bu bölünmenin, bölgeye yayılma tehlikesi ise görmezden geliniyor. Asıl tehlike bu. “Bölgeye demokrasi getiriyoruz.” diyerek haritaları yeniden çizmek. Tıpkı Irak’a getirilen “demokrasi” gibi.

Mısır halkı zor durumda, bir çıkış yolu, model arıyor. Ancak emperyalist kıskaçla dinsel tutuculuk arasında sıkışmış. Bu cendereden kurtulması gerek. Yüz yıllar önce Anadolulu tüccarlar Mısır’a zeytinyağı ve şarap götürür, Nil’in sularıyla göğermiş apak pamukları getirirlerdi. Günümüzde öyle mi? Anadolu kokan şaraplar, Mısır’ın yumuşaklığını taşıyan pamuklar nerede?

Türkiye, küresel anlayışın dayattığı politikalarla değil; Cumhuriyet devriminin kılavuzluğuyla Ortadoğu’da saygınlık kazanır. Bu coğrafyanın ivedi olarak çağdaşlaşma ve emperyalizme karşı dik durma modellerine gereksinimi var. Uygarlık güneşiyle aydınlanamayan toplumlar, esaret zincirlerini de kıramazlar. Şu da unutulmamalı ki Mustafa Kemal ışığının parlamadığı mazlum ulusların toprakları öksüzdür. Bu parıltı, çok uzaklardaki Latin Amerika ülkelerinde tüm görkemiyle görülüyorsa komşularımızda neden görülmesin?

Her şeye karşın Arap coğrafyasındaki bu hareketlilik zamanla olgunlaşabilir. Dünya güç merkezinin Doğu’ya kaymakta olduğu günümüzde yeniden doğuşun kıvılcımı bu topraklarda çakabilir. Bu topraklarda bir reform hareketinin zamanı gelmedi mi acaba?

3 Şubat 2011

Not: 7 Şubat 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.