Ramazan daha gelmeden birçok belediye
iftar çadırı kurma yarışına başlamıştı bile. On bini aşkın kişinin yemek yiyebileceği,
klimalı çadırlar günlerce televizyonlardan reklam edilip durdu. İstanbul’da
otuz dokuz ilçe var, iftar çadırı kurmayan belediye yok sanırım. Çünkü mahalle
baskısı, din üzerinden siyaset yapma anlayışı mevcut yönetimlere çadır kurmayı
zorunlu kılıyor. Çadırlar siyasal propagandanın, eşe dosta “küçük de olsa” iş
kapısı açmanın bir başka yolu.
İstanbul’daki tüm iftar çadırlarının
günlük kapasitelerine bakıldığında, buralarda yemek yiyenlerin sayısı yüz
binleri fersah fersah geçmekte. Burada amaç; yoksula iftar sofrası hazırlamak,
kentin yoğunluğu nedeniyle evine gidemeyen yurttaşa yemek yeme olanağı sağlamak
değil mi? Günlerin uzun, ulaşım olanaklarının gelişmiş olduğu bir yerde, iftara
zamanında yetişmek sorun olmasa gerek. Eğer bu çadırlarda iftarını açan
yurttaşların hepsi yoksulsa vay oldu halimize! Yüz binlerce yoksulun sokaklarda
karnını doyurduğu bir ülkede gelişmişlikten, refahtan, huzurdan, çağdaşlıktan
söz edilebilir mi?
Geçen çarşamba günü ben ve eşim,
Üsküdar’a akşam yemeğine, yani iftara gittik. Üsküdar tarihi dokusu, coğrafi
konumu, çarşısında satılan otantik ürünleri, mistik havasıyla bir başka güzel.
İstanbul’da insan ruhuna bir şeyleri fısıldayan önemli bir yer burası. Tarihi
camilerin çokluğu bir başka hava kazandırır Üsküdar’a. Bu camilerin çoğunun
kadın adı taşımaları ayrı bir özellik. Buradan Avrupa yakasını seyretmenin
keyfine de diyecek yok. Üsküdar’a gitmenin en çekici yanı da Boğaz vapurları.
Vapurlar, Boğaziçi’nin sularında süzülen nazlı gelinler. Kuzey rüzgârlarının
akşama renk kattığı, batmakta olan güneşin minarelerle dans ettiği bir kızıl
akşamda vapurdan indik. Meydan hınca hınç insanla dolu. İnsanlar sıralanmış,
kuyruk olmuş iftar çadırının önünde. Herkes sırada: bebek arabalarıyla bekleyen
çiftler, genç âşıklar, yalnız gezginler, başörtülü kadınlar, mini etekli
kızlar, güngörmüş yaşlılar (Bakıldığında çoğu kendilerine mütevazı sofralar
kurabilecek görünüşte.)… Ezan okunmaya başlıyor. Minarelerden yankılanıyor
sesler. Üsküdar’da ezan her zaman çok farklı gelir kulağıma. Kendimi mistik âleme
daha çok gömülmüş hissederim. İftar vakti, ezan bitmek üzere, insanlar
kuyrukta.
Kalabalığın içinden zorlukla yol
bularak geçiyoruz çarşı tarafına. Tarihi bir Üsküdar lokantasında yerimizi
alıyoruz. Kaşık çatal sesleri arasında yemeklerimizi söylüyoruz. Türk
mutfağının eşsiz lezzetleriyle keyfimiz yerinde. Yemek bitince kalkıyoruz. Karadeniz
ürünleri satan çarşının yolu tutuyoruz, mıhlama malzemeleri almak için. Taze
tereyağı, mısır unu ve eşsiz lezzetteki peynir… Manav dükkânları hep ilgimi
çeker öteden beri. Sebze ve meyveleri bir heykeltıraş ya da ressam titizliğiyle
tezgâha yerleştiren manavları hayranlıkla izlerim. Bugün manavların keyifleri
yerinde olsa gerek. Tezgâhlarda bereket ve özen… Alışverişimizi yapıp yavaşça
iskeleye doğru yürüyoruz. O da ne? Saat dokuz buçuk olmuş, çadırın önünde hala
kuyruk var. İnsanlar iftarlarını açacaklar! Yemek dağıtılan yere doğru
yaklaşıyoruz. Bardakta dağıtılan çorba bitmiş, bekleyenler yalvarmada. Pilav kalmamış,
ayran var. Su bol... Çalışanlar, yorgun... Bir an önce toparlanma peşindeler,
kuyruktakiler yemek. Tulumba tatlıları şerbetin içinde yüzüyor. Kimi kaşıkla,
kimi elleriyle tatlıyı tepsimsi kabın bölmelerine doldurmakta. Dolu masalar
boşalmakta.
Yoksul olan/olmayan insanların beleş
bir öğün yemek uğruna saatlerce beklediği kral/kralcık sofralarının olduğu bir
yerde özgür iradeden söz edilebilir mi? “Nerde beleş, orda yerleş.” sözünün
dillerden düşmediği bir toplumun arınması kolay mıdır acaba? Bir lokmaya muhtaç
yüz binlerin olduğu kentlerde, kent rejimi diyebileceğimiz demokrasinin boy
atıp gelişmesi, toplumu sarmalaması olanaklı mı?
Yoksula yardım etmek güzel bir davranış.
Yardımlar gizli olmalı, yardımı alan kişinin onurunu rencide etmemeli. Yoksulu
kamuoyu önünde deşifre etmek, konu komşunun yanında küçük düşürmek insanlık
dışı bir davranış. Geleneklerimizde yardımın gizliliği esastır. Boşuna dememiş atalarımız: “Bir elinin verdiğini, öbür elin
görmesin.” diye. Dünyanın hiçbir yerinde yöneticiler yoksullarının artmasıyla
övünmez, övünemez.
Yoksulları doyurmakla mı, yoksa
yoksulluğu ortadan kaldırdığımızda mı sevinmeliyiz. “Yoksulumuz çok olsun, ben de onları doyurayım, sevap
alayım.” düşüncesini egemen kılmak ne kadar acı!
İftar çadırlarıyla toplum
dönüştürülmekte. “Muhtaç insan” tipi yaratılmakta. Krallar krallıklarını
sürdürsünler, efendiler lüks içinde yaşasınlar diye.
Adil
Hacıömeroğlu
6 Ağustos 2011
Not: 8 Ağustos 2011 tarihli Kent Yaşam
Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan
okuyabilirsiniz.