ÇARŞAFA DOLANAN YCHP


YCHP’nin 35. Olağan Kurultayı, 16-17 Ocak 2016’da yapıldı. Her kurultay öncesinde olduğu, gibi bu kurultay öncesinde de bazı tartışmalar yaşandı. Günler öncesinden Kılıçdaroğlu’na karşı çıkacak adaylar cılız bir sesle konuşuldu kamuoyunda. Genel başkanlığa kimlerin aday olacağıyla pek ilgilenmedi YCHP’nin kurultay delegeleri.
Kurultay delegelerini asıl ilgilendiren şey, parti meclisi seçimlerinin nasıl yapılacağıydı. Bu nedenle günlerce parti meclisi seçimlerinin blok mu, yoksa çarşaf listeyle mi olacağı tartışıldı. Gerek televizyon ve gazetelerde gerekse sosyal medyada asıl tartışılan konu buydu. Her kurultay öncesinde olduğu gibi parti meclisi adayları ve delege ağalarının düzenlediği yemeklerde hep bu konuşuldu. Blok mu, çarşaf mı?
Çarşaf liste, partinin demokrasiden yana olduğunun bir göstergesi kabul edildi. Demokrasinin ancak çarşaf listeyle olacağı algısı, herkesin belleğine yerleştirilmeye çalışıldı. (Bu arada çarşaf listenin demokratik bir yarışın olması için son adım olacağını söyleyelim. Ancak bu konunun her şeyin önüne geçmesinin bir anlamının olmayacağını da belirtelim.) Oysa kurultay, faşist partilerde bile görülmeyecek biçimde anti demokratik bir genel başkan seçimiyle başladı. İkide bir 12 Eylül anayasasına karşı çıkarak demokrasicilik oynayan YCHP demokrasi aşığı(!) yöneticileri, Evren Paşa’ya rahmet okutacak bir demokrasi dışılıkla genel başkanını seçti. 12 Eylülcülerin genel seçimlerde partilere koyduğu yüzde on barajı, YCHP’nin genel başkan seçiminde de aynen vardı. Bu durum, göstermelik demokrasi savunucularını suçüstü yapmakta.
YCHP’nin AB ve ABD’ce demokrasi(!) şurubu içirilmiş kurultay delegeleri, Kılıçdaroğlu sever kimi üyeleri çarşaf listeden başka bir tartışma yapmadılar. Oysa ülke yangın yeri… Türkiye, tarihinin en büyük iç ve dış saldırısıyla karşı karşıya. ABD-İsrail, PKK ve FETÖ aracılığıyla Türkiye’ye savaş ilan etmiş, her gün vatan evlatları şehit olmakta. AB üyesi bazı ülkeler bu saldırıyı açıkça desteklemekte. Türkiye, bölünmeyle karşı karşıya… Ama YCHP Kurultayı öncesi gündemde değil, vatanın bütünlüğünün ve ulusun birliğinin tehlikeye girmesi. Ne yazık ki bu saldırının farkında bile değil birçok YCHP yöneticisi. Tek dertleri çarşaf liste…
Türkiye’de üretim bitmiş. Liberal politikalarla ülke birikimleri çarçur edilip bir avuç kan emicinin kesesini doldurmuş. İşsizlik almış başını gitmekte. Nüfusun neredeyse üçte birine yakını yoksulluk sınırında yaşamakta. Kimin umurunda? Varsa yoksa çarşaf …
Cumhuriyet yıkılmış. Laiklik yok edilmiş. Eğitim, Ortaçağ koşullarının bile gerisine düşmüş. Atatürk’e saldırılar her geçen gün artmakta… Hatta YCHP’li bir vekil bile TBMM’deki odasında bulunan Atatürk resmini “Yeni şeyler söylemek lazım.” diyerek indiriyor birçok kişinin gözleri önünde. Tıpkı AKP ya da PKK’lılar gibi… Kimin umurunda? Kurultay, bu vekilden hesap sormak yerine, onu parti meclisine seçerek ödüllendirmekte. Atatürk’ün kurduğu partide, Atatürk’e saygısızlık yapan kişi başköşeye oturtuluyor. Kurultayın gündeminde yok bu konu. Bir kişi çıkıp da bu densizliği/saygısızlığı kurultay kürsüsünden dile bile getirmiyor. Neden mi? Önemli olan çarşaf… Ne varsa gizli kapaklı olan çarşafa dolar, sarıp sarmalar halkın gözünü demokrasi ile boyayıp Cumhuriyet yıkıcılığında AKP-PKK ile kol kola yürürüz, düşüncesinde YCHP’liler. Tabi burada, AB ve ABD’ye şirin görünme yarışı da gözlerden kaçmamakta.
“Anayasa değişikliği, başkanlık sistemi, özerklik…” konuları gündemde… Bu yolla Cumhuriyet’in köküne kibrit suyu dökülmek istenmekte. Ama YCHP Kurultayı bunları tartışmamakta. Delegeler, ülkenin geleceği için yaşamsal olan bu konuları yöneticilerine sormamakta kurultay kürsüsünden… Tek kurtuluş çarşafta… Herkes bir yakınının parti meclisine girmesi için uğraşmakta… İktidar olmaktan umudunu kesen YCHP delegesi, 2019 yerel seçimlerinin peşinde. Bu seçimde, bir yere kapağı atmak için çabalamakta… Kişisel kurtuluşu, toplumsal kurtuluşun önüne koyanların başarıya ulaşması olanaklı mı? Ulaşsa bile bu tür bir anlayışın Türkiye’ye bir yararı olur mu?
YCHP’nin 35, Kurultayı, yayımlanan sonuç bildirisi (Bu konu ayrı bir yazı konusudur.), topluma verilen iletiler ve yönetimde görev alan kişiler değerlendirildiğinde CHP’yi feshetme toplantısıdır. CHP’nin Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten, altıoktan, tarihten koparılma kurultayıdır bu. YCHP tam bağımsız Türkiye ülküsünü bırakarak ABD ve AB denetimini yeğlemiştir.
YCHP, günlerce parti meclisi listesi blok mu, çarşaf mı olsun derken Türkiye’yi, tarihsel görev ve amaçlarını unutmuştur. Kurultay çarşafa dolanarak AKP-FETÖ-PKK’nın yanına, ABD’nin kucağına yuvarlanmıştır.
 Eee, başka ne diyelim ki? Vatan savaşımı her şeye karşın sürmekte… 1919 ruhu, çoban ateşi örneği alev alev yanmakta ulusun yüreğinde… Bu ateşi de söndüremezsiniz ya…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       26 Ocak 2016




MUSTAFA KOÇ’UN ÖLÜMÜ


21 Ocak 2016 sabahı, Mustafa Koç’un geçirdiği kalp krizi nedeniyle Beykoz Devlet Hastanesi’ne kaldırıldığı haberi neredeyse tüm televizyonlarda birinci haber oldu. Türkiye’nin en büyük patronu, Beykoz’da acil servisteydi. Belki de ömrü boyunca önünden bile geçmediği bir hastanede yaşam savaşı vermekteydi. Çoğu kişiyi şaşkınlığa sürükleyen de bu durumdu.
Öncelikle merhuma Tanrı’dan rahmet, Koç ailesine sabır dilerim.
Mustafa Koç, kalp hastasıydı. Türkiye’nin en büyük özel hastanelerinden birinin sahibiydi. Önemli bir işadamıydı. Sağlık kontrollerini zamanında yaptırdığını düşünüyoruz. Bu sağlık kontrollerinde kalp krizi riskinin belirlenmemesi ilginç. Diyelim ki, belirlendi… Bu konuda bir planlanmanın olmaması büyük eksiklik. Türkiye’nin en büyük holdingini yöneten birinin kalp krizi geçirdiğinde hangi hastaneye, hangi yolla götürüleceği önceden planlanıp belirlenmesi gerekmez miydi? Hatta sağlık sorununu ön plana alarak hastaneye en kısa sürede ulaşabileceği bir yerde evini kuramaz mıydı? Burada öngörüsüzlük, en küçük olasılığı bile değerlendirmeyişin bir ihmali yok mu?
Türkiye’nin patronlarına “Hayır!” diyebilecek danışmanlara, işvereni de olsa yanlış yaptığında ona doğru yolu göstermede ısrarcı olabilecek doktorlara gereksinimi var.
Asıl büyük felaket, Koç’un hastalığının risk durumunun belirlenmemiş olmasıdır. Türkiye’de sağlık sistemi hızla özelleştirilmekte. Özelleştirme, sağlık sistemini mahvetmekte. Kamu kurumları hızla güç yitirmekte. Birçok kamu hastanesine yıllardır bir çivi bile çakılmadı. Kamu hastaneleri lime lime dökülmekte. Özel hastaneler ise süslenip püslenip göz boyamakta. Beş yıldızlı otel konforuyla hastaların, pardon müşterilerin gözleri boyanmakta.
 Ne yazık ki birçok doktor, popülist tavırlarla medyatik olmanın peşinde. Bir televizyonda ekran yüzü olmak için bin takla atanlar az değil. Televizyonlarda popüler olup özel hastanelerde başköşelere kurulanları da unutmamak gerek. Ne kadar popüler, ne kadar ekran yüzüysen o kadar çok hastan/müşterin olmakta. Bu durum, bilim yapmayı, tıbbi yenilikleri izlemeyi, idealizmi yok etmekte.
Mustafa Koç’un Beykoz’dan kendi hastanelerine götürülmesi iyi mi olmuştur, kötü mü? Böyle bir soru sormak yanlış… Çünkü sonuç ortada… Hasta yaşamını yitirmiştir ne yazık ki…
Popüler, göz boyayıcı iş yapmak toplumumuzun en büyük sorunu. Bu durum, neredeyse tüm sektörlerde egemen olmakta. Buna bir de torpil eklenince her şey mahvolmakta. İnsanlar, hak etmedikleri işlerde, üst orunlarda toplum yaşamına zarar vermekteler. Özellikle üniversitelerde idealist, çalışkan, üretken kişilerin yükselmesinin önünün tıkalı olması bir başka sorun. Bilim yuvalarında bile bazı hocaların kişilikli, dik duruşlu asistanlar yerine uysal koyunları araması dikkat çekicidir.
Bir doktor düşünün… İki yabancı dili, üst düzeyde bilsin. Daha uzman olmadan beş makalesi tıp dergilerinde yayımlansın (Bu arada yıllardır öğretim üyeliği koltuğunu işgal edip tıp dergilerinin yolunu bilmeyenler var.) . Güneydoğu’nun bir ilçe hastanesi koşularında yapılmayacak bir ameliyatı başarıyla yapsın ve hastasını kurtarsın. Bu başarı gazetelerde haber olsun. Koca ilçe yediden yetmişe terörle değil de bilimle anıldıkları için gururlansın.... Ama bu idealist doktora öğretim üyesi olma yolu kapatılmakta. Neden mi? Orun sahibi kişileri hoş tutmasını bilmediği için… Bilim namusunu popüler olmaya yeğlediği için…
Sağlık sistemi baştan ayağa değişmeli. Hem de ivedilikle… İdealizmin yok olduğu meslekler halka hizmet etmekte zorlanır. Önce mesleki idealizm…
Özelleştirilen ve popülerlik bataklığına gömülen sağlık sistemi, Türkiye’nin en varsıl kişisinin yoksul kişilerle eşitlemekte hastane acil servisinde. İlginç olan da bu değil mi?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           24 Ocak 2016



HER DERDİN DEVASI ANAYASA

                                    
TBMM’nin neredeyse her yasama dönemi başladığında bir anayasa değişikliği tartışması çıkmakta. Kamuoyu uzunca bir süre bu tartışmalarla meşgul edilmekte. Bu tartışmalarla halkın nabzı ölçülmekte. Yurttaş, sinsi bir tuzakla ulus devletin değiştirilmesi durumuna alıştırılmakta alttan alta.
AKP, on üç yıllık iktidarı döneminde ekonomiyi düzeltemedi. Üretim ekonomisi bitti sayılır. Sanayi, tarım, hayvancılık bitti sayılır. İşsizlik diz boyu... Kaçak ve ucuz işçilik dorukta... Neden mi? Neden anayasa...
Terör almış başını gidiyor. Kentler boşalıyor. Halk yaşamdan bıkmış. Caddeler, sokaklar harabeye dönmüş. PKK vergi toplayıp tüyü bitmemiş çocukları askere almakta. Güneydoğu’nun birçok yerinde günlük ekonomik etkinlikler bıçak gibi kesilmiş. Halk, zorbalığa teslim olmuş. Eşkıya, dağda bayırda değil; kentlerin merkezlerinde dolanmakta. Her gün şehit vermekte Türkiye. Suçlu mu kim? “Kim?” diye sorulur mu hiç? Suçlu, anayasa...
Ortadoğu bataklığında debelenmekte Türkiye. Sıfır sorundan sıfır komşuya yol almış talihsiz ülkem. Dost kalmamış, düşman çoğalmış. Sınırlar kevgire dönmüş. Suçlu mu arıyorsunuz? İşte, anayasa karşınızda durmakta...
Rus uçağını düşürmüş Türk jetleri. Olur mu böyle iş? Olur tabi ki... Anayasa değişmezse bal gibi olur.
KPSS’de soruları çalanlar suçüstü yakalanmış. Binlerce kişinin emeği boşa gitmiş. Son yirmi yıldır yapılan merkezi sınavların neredeyse hepsinde şaibe varmış. Dert etmeyin bütün bunları anayasa değişikliği olursa hallolur bu sorun.
Trafik sorunu insanları yaşamından mı bezdirmekte. Sıkın dişinizi, anayasa demokratikleşirse yollar açılır.
Yolsuzluk almış başını gidiyor. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenler, başköşelere kurulmuş. Halk bir dilim ekmeğe, bir tas çorbaya muhtaç. Aşılır bu sorunlar, yeter ki anayasayı demokratikleştirelim.
Kadın cinayetleri mi var? Sorun, anayasanın ilk dört maddesinde... O maddeler, özgürlükleri kısıtlamakta... Değiştirelim, ülke özgürleşsin.
Sokakta yaşayan insanlar soğuktan donarak mı ölüyor? Açlıktan çöpten ekmek mi topluyorlar? Takmayın kafanızı bu sorunlara... “TBMM’de anayasa için mutabakat sağlarsak sorun çözülür.”
Toplumsal çözülme mi yaşamaktayız? Olsun... Anayasa değişikliğiyle bunun üstesinden geliriz.
Anlaşılacağı üzere her derdin devası anayasa değişikliği...
İktidar partisi AKP, düşüncesi gereği anayasayı kuşa çevirmek istemekte. Türkiye Cumhuriyeti’nin köküne dinamit koymak istemekte. Cumhuriyet kurucularından Vahdettin’in, Damat Ferit’in ve İngiliz işbirlikçisi tüm itilafçıların intikamını almak istemekte. Ortaçağ düşleriyle uyuyup uyanmaktalar. Bir de iktidar partisi, sorunlar ağırlaştıkça halkın tepkisini azaltmak için hedef şaşırtmaktalar yapay tartışmalarla. Kendilerince haklılar...
PKK/HDP; Şeyh Sait, Seyit Rıza’nın izinde... Dün İngiliz ve Fransızlar; bugün ABD ve İsrail’in kışkırtmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş açtılar. Onların görevi emperyalizmin piyonu olmak... Onları da anladık sayılır.
AKP ile PKK/HDP’yi anladık da YCHP ile MHP’ye ne oluyor. Onların Anayasa değişikliği sevdasının kaynağında ne var? Söyleyin dostlar... Hadi, söyleyin!
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               3 Ocak 2016
                                              



DTK BİLDİRİSİYLE SAVAŞ İLANI

                                  
PKK’nın legal üst çatı örgütü Demokratik Toplum Kongresi (DTK), 26-27 Aralık 2015 günlerinde Diyarbakır’da toplandı. Toplantının ardından on dört maddelik bir bildiri yayımlandı. PKK, bu on dört maddede ne demek istiyor sırayla inceleyelim.
“1- Ülke genelinde kültürel, ekonomik, coğrafi yakınlıkları dikkate alınarak bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde demokratik özerk bölgelerin oluşturulması. www.milliyet.com.tr)” Burada DTK, açıkça özerk bölgelerin olacağını savunmakta. “Kültürel” sözcüğüyle etnik kimlik vurgusu yapılmakta. “Coğrafi” sözüyle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki iller söz konusu edilmekte. DTK, bildirinin daha ilk maddesinde ayrılık vurgusu yapmakta. Bu anlayışın varacağı yer, Türkiye’nin bölünmesidir.
“2- Tüm bu özerk bölgelerin ve kentlerin demokratik esaslarla seçilmiş meclisler ve meclisler içinden seçilmiş özyönetim organları tarafından Türkiye’nin yeni demokratik anayasasının temel prensipleri çerçevesinde yönetilmesi, Özerk Bölgelerin halk iradesinin ayrıca TBMM ve merkezi yönetimde de demokratik esaslar temelinde temsil edilmesi.” Bu maddeyle özerk bölgelerin bağımsız yönetimlerinin oluşturulması savunulmakta. Bu yolla yeni anayasa görüşmelerine yön verilmek istenmekte. Bölücülüğün yeni anayasaya sokularak üniter devlet yapısının ortadan kaldırılması amaçlanmakta. Bu yolla da ulus devleti yok etmenin bir aşaması olarak düşünülmekte. Kısacası, Türkiye’nin bölünmesini anayasa aracılığıyla yapmak istemekte PKK.
“3- Demokratik özerk bölgeler ve diğer idari birimlerde merkezi yönetimin seçilmişler üzerindeki her türlü vesayetine son verilmesi, seçilmişleri görevden alma yetkisinin kaldırılması, Merkezi yönetim organlarının, yeni demokratik anayasa ilkelerine uyulması doğrultusundaki denetimleri dışında bölgesel ve yerel yönetimler üzerindeki her türlü vesayetinin son bulması.” Bu maddede anlatılanların Türkçesi şu: Ben, yerel yönetimimde bulunan yerleri istediğim gibi yönetirim; devlet, yani merkezi yönetim bana hiçbir biçimde karışamaz. Ayrıca merkezi yönetimin aldığı kararlara da uymak zorunda değilim. Bunun adı, ayrı devlet kurmak değil de nedir?
“4- Özerk bölge ve kentlerde şehir, mahalle, köy, kadın ve gençlik meclislerinin farklı halklar ve inanç toplulukları meclislerinin, sivil toplum örgütlerinin karar alma ve denetleme süreçlerine doğrudan katılımının sağlanması.” Açıkça denmektedir ki, Türkiye etnik ve inanç ayrımı temelinde parçalara ayrılsın. Her parça da kendi başına hareket etsin. Anlaşılacağı üzere DTK bildirisi, beylikler dönemi başlatmak istemekte.
“5- Demokrasinin derinleşmesi, kapsamlılaşması, özgür ve demokratik yaşamın sağlanması açısından kadınların meclislerde, tüm karar mekanizmaları ve özyönetim kademelerinde eşit temsilin tanınması. Kadınların ihtiyaçları doğrultusunda meclis, komün ve toplumsal kurumlar kurabilmesi, kadın kurumları ve kadınlarla ilgili kararların tamamen kadın meclislerinin onayından geçmesi. Kadının her alanda özgür ve özerk örgütlenmesinin tanınması.” Kadına önem veriyor görünerek demokratik görüntü verme isteğidir burada anlatılanlar. Kadınlar, “eşbaşkanlık” adı altında güya önemsenmekte PKK’ca. “Eşbaşkanlık” tamamen göstermelik bir uygulama ve kandırmaca. Güneydoğu’da yaygın olan ve kadını köleleştiren hiçbir uygulamanı karşısında görmedik PKK’yı. Ne berdele, ne çocuk gelinlere ne de çok eşliliğe karşı çıktılar bugüne kadar. Akraba evliliklerini eleştirdiklerini gören var mı? Kadını, çocuk doğurma makinesi durumuna getiren feodal anlayışa karşı bir söylemlerini işiten var mı?
“6- Gençliğin karar mekanizmalarında ve özyönetim organlarında yer alması. Bu açıdan geçliğin her alanda özgün örgütlenmesi ve karar mekanizmalarına özgün kimliğiyle katılmasının sağlanması.” PKK, gençliği “özgün” olarak yalnızca militan olarak kullanmakta. Gencecik çocukların (Ortaokul düzeyinde çocuklar da epey çoğunluktadır.) eline silah verilerek terör eylemlerinde kullanılması hem insan hem de çocuk haklarına aykırıdır. Çocuk ve gençleri, yalnızca eline silah vererek anımsayan bir anlayışın gençlerin demokratik haklarından söz etmesi son derece gülünçtür.
“7- Her kademede eğitimin özyönetimlere bırakılması. Türkçenin yanı sıra bütün anadillerinde eğitim ve öğretim dili olması. Eğitim müfredatında genel müfredat dışında yeni demokratik anayasa, evrensel değerler ve insan hakları çerçevesinde yerelin tarihi, kültürel ve toplumsal özgünlükleri ve ihtiyaçları temelinde müfredata eklemeler yapılması. Türkçenin yanında yerel dillerin de resmi dil olarak kabul edilmesi.” Laf kalabalığına gerek yok! Açıkça çıkıp deyin ki “Çift resmi dil istiyoruz.” Yani Anayasanın ilk dört maddesini değiştirmek için yapılan kamuoyu oluşturma manevralarıdır bu laf kalabalığı. Çağdaş ülkelerde Belçika dışında iki resmi dili olan bir ülke var mı? O Belçika ki Avrupa dengeleri gereğince payandalarla ayakta durmakta.
“8- Dil, tarih ve kültür alanında her türlü çalışma yapabilmek. Aynı zamanda inanç ve ibadet hizmetleri sunan kurumların özerk kurumlar olarak örgütlendirilmesinin sağlanması.” Bu açıklamayla laiklik rafa kaldırılmak istenmekte. “İnanç grupları” sözüyle mezhepler, tarikat ve cemaatler vurgulanmakta. Yani din, tamamen devlet denetiminden çıkarılmakta. Ayrıca “dil, tarih, kültür alanındaki çalışmalar” denerek anlatılmak istenen, Kürtlere ulusal bir kimlik yaratma uğraşısıdır.
“9- Bütün seviyelerdeki sağlık ve tedavi hizmetlerinin özerk yönetimlerce sunulabilmesi.” Bununla sağlık hizmetleri, özerk yönetimlerin elinde olacak. Merkezi yönetim, sağlık alanından çekilecek.
“10- Yargı sistemi ve adalet hizmetlerinin Özerk Bölge Modeline göre yeniden düzenlenmesi.” Merkezi yönetimden ayrı bir yargı sisteminin oluşması istenmekte. Kısacası, Türkiye’nin farklı bölgelerinde, farklı adalet sistemi olacak. Her bölgenin yasası farklılık gösterecek. Ondan sonra da kalkıp her şeyiyle farklı olan özerk bölgelerin aynı ülkenin parçaları olduğu söylenecek öyle mi? Buna kargalar bile güler.
“11- Toprak, su ve enerji kaynaklarının ekolojik çerçevede toplum yararına işletilmesi, denetlenmesi ve üretimden pay alma yetkisinin Özek Bölge Yönetimine verilmesi. Özyönetimin tarım, hayvancılık, sanayi ve ticaret dahil her alanda genel demokratik anayasa ilkelerine ters düşmeden her türlü üretim ve işletme birimleri oluşturma, bu tür toplumsal ve bireysel girişimleri destekleme, teşvik etme, hibe desteği sunma yetkisine sahip olması.” Görüldüğü üzere neredeyse tüm ekonomik etkinlikleri yönetme, düzenleme yetkisi özyönetimde olacak. Şimdi adama sormazlar mı?.. Peki, merkezi yönetim ne yapacak, ne işe yarayacak?
“12- Özerk Bölgenin Yönetim alanında ve kent içinde, her türlü kara, hava, deniz ulaşım hizmetlerini sunması ve denetimini sağlaması. Trafik hizmetlerinin merkezi trafik kurumları ile uyumlu halde yerel yönetim organları denetimindeki birimlerce yürütülmesi.” Ulaşım hizmetlerini de özyönetim yapacak. Ancak lütfetmişler, trafik hizmetlerinde merkezi yönetimle işbirliği yapılması gerektiğini söylemişler.
“13- Yukarıda belirtilen hizmetlerin sunulabilmesi için yerelde bütçelemenin Özerk Bölge Yönetimine devredilmesi ve kadın odaklı bütçelemenin esas alınması; merkezle ve diğer yerellerle varılacak anlaşmalara ve hakkaniyet ilkelerine bağlı olarak bazı vergilerin özyönetim birimleri tarafından toplanması. Merkezin yerelden topladığı bütün vergi gelirlerinden yerele pay verilmesi. Merkezin, bölgelerin gelişmişlik farkını giderecek şekilde tedbirleri alması.” Merkezi yönetim, bütçesini özerk bölge yönetimlere terk edecek. Böylece devletçik her yanıyla oluşmuş olacak. “Kadın odaklı bütçeleme” sözüyle de bölücülüğe kılıf uydurulmakta. PKK; süslü sözlerle bölücülüğünü, feodal düşüncelerle bezenmiş yapısını örtmede başarılı. Ne yazık ki bu süslü sözlere kanan birçok iyi niyetli insan var.
“14- Özerk Bölge Yönetiminin denetiminde, yereldeki asayişin tümünü sağlayacak resmi yerel güvenlik birimlerinin sağlaması, bu birimlerin Anayasal kurallar çerçevesinde ihtiyaçlara bağlı olarak kurulmuş merkezi savunma ve güvenlik birimleriyle koordineli olarak çalışması.” Asayişin sağlanması da özyönetimde... Bari elleri değmişken bu asayiş birimlerinde kimlerin görev alacağını da söyleseler açıkça. Şu anda, Güneydoğu kentlerine harabeye çeviren PKK’nın YDG-H militanlarından oluşan asayiş timlerinden yararlanacakları çok açık.
DTK bildirisinde birçok kişinin dikkatinden kaçmış küçük olarak görülebilecek, ama bence önemli bir ayrıntıya değinmek zorundayım. “Özerk Bölge Yönetimi” tanımını oluşturan sözcüklerin hepsi büyük harfle başlamış. Yani özel ad olarak kullanılmış. Bu sözün tekil olarak kullanılması da ilginçtir. Bu kullanımla yalnızca bir özerk bölgenin kastedildiği açıktır. Ayrıca bu kullanımla anlatılmak istenen ABD uydusu olacak İkinci İsrail’dir.
DTK bildirisinde görüldüğü gibi eğitim, sağlık, ekonomi, bütçe, vergi, tarım, hayvancılık, sanayi, ticaret, bayındırlık, ulaşım, güvenlik, yönetim, adalet... gibi akla gelebilecek her türlü hizmet ve etkinlik özyönetimlerce yapılacak. Böylece merkezi yönetim etkisizleşecek, işlevsiz kalacak. İşlevi olmayan bir şeyin var olmasının gereği de kalmayacak. Bölünmeyi Anayasanın hükmü durumuna getirecek cin fikirli bir öneriler dizisi bu bildirge.
PKK, DTK bildirgesiyle AKP, özellikle de RTE ile pazarlığa oturmak istemekte. Başkanlık istiyorsan özerkliğimi ver, demekte açık açık. Bakalım, bu pazarlık önerisine RTE ve AKP’nin yanıtı ne olacak?
Ne yazık ki, buram buram bölücülük kokan DTK bildirgesinin TBMM’de görüşülmesini isteyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Partisi CHP’nin TR 705 kodlu CİA haber elamanı Halk haber elemanına casus der.) genel başkan yardımcısı.
Başta iktidardaki AKP olmak üzere ana muhalefet partisinin baş başa vererek yeni anayasa yapma düşüncesi, tamamen kendilerinin PKK’nın kuyruğuna takılarak bölücülüğe destek olmaktır. Bu durum aymazlıktır. Türk Ulusu, bu aymazlığa sessiz kalmayacaktır. Türkiye, bölücü anayasa düşüncesine karşı mücadele etmeli. Önümüzdeki günlerin en büyük ulusal görevi de budur.
DTK/PKK, yayımlandığı bildiriyle Türkiye’ye savaş ilan etmiştir. Çünkü bir ülkenin bölünmesi ancak savaşla olur. Bakalım, bu savaşın safları nasıl oluşacak. Türkiye’nin yanında olanlarla karşısında olanların savaşı bu. Ey sözde aydınlar, AB’ci solcular, Vahabilik’i İslam sanan yobazlar, fırıldak gibi dönen liberaller; ABD, İsrail ve PKK’nın safında mısınız, yoksa Türkiye’nin mi?
                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               2 Ocak 2016